Teşekkür ederim, teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim. Oturun lütfen.

Sözlerime Hillary Clinton’a teşekkürle başlamak istiyorum. Kendisi son altı ayda o kadar seyahat etti ki, ‘frequent flyer’ (uçuş mil) programında bir milyon mil karşılığı puan kazanarak kendi rekorunu kırdı. Hillary’e her Allah’ın günü güveniyorum ve tarihe ulusumuzun en iyi Dış İşleri Bakanı olarak geçeceğine inanıyorum.

Amerikan diplomasisinde yeni bir dönemin başlamasını işaretlemek için Dış İşleri Bakanlığı gayet uygun bir mekan. Altı ay boyunca, Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da olağanüstü değişikliklerin yaşanmasına tanık olduk. Meydan meydan, kent kent, ülke ülke, temel insan haklarını talep etmek üzere insanlar ayaklandı. İki lider makamlarını terketti. Başkaları da onları izleyebilir. Bu ülkeler bizim sahillerimizden çok uzak olsalar bile, ekonomiyi ve güvenliği belirleyen kuvvetler; tarih ve inançlar nedeniyle geleceğimizin bu bölgeye bağlı olduğunu biliyoruz.

Bugün bu değişimden, bu değişimin lokomatifi olan güçlerden ve bu değişime değer yargılarımızı ileriye taşıyacak, güvenliğimizi güçlendirecek şekilde nasıl ayak uyduracağımızdan söz etmek istiyorum. On yıl boyunca bize pahalıya malolan iki ihtilafı izleyen sürede dış politikamızı değiştirmek konusunda çok şey yapmış bulunuyoruz. Irak’ta yıllar süren savaştan sonra 100,000 Amerikan askerini geri çekerek, oradaki muharebe misyonumuza son verdik. Afganistan’da, Taliban’ın ivmesine sekte vurduk, ve bu Temmuz’da birliklerimizi yurda getirmeye başlayarak, geçiş dönemini Afganların liderliğine bırakacağız. El Kaide’ye ve liderlerine karşı yıllardır yürüttüğümüz savaştan sonra, lideri Osama bin Ladin’i öldürmek suretiyle örgüte ağır bir darbe indirdik.

Bin Ladin şehit değildir. Müslümanların Batı’ya karşı silahlanması ve erkek, kadın, çocuk, herkese yönelik şiddetin, değişimin tek yolu olduğu yolundaki nefret mesajını vermekten vazgeçmeyen bir katliamcıdır. Müslümanlar için demokrasi ve bireysel hakları reddederek şiddet yanlısı aşırıcılığı savunup; gündemini, inşa edebilecekleri üzerine değil – yok edebilecekleri üzerine odaklamıştır.

Bin Ladin ve kanlı vizyonu ona bazı yandaşlar kazandırdı. Fakat ölümünden önce bile el Kaide gündemdeki önemini korumak için verdiği mücadeleyi kaybediyordu, çünkü önemli bir çoğunluk, masum insanların katlinin, daha iyi bir hayata kavuşma feryatlarına cevap olmayacağını görmüştü. Bin Ladin’i bulduğumuzda, el Kaide’nin gündemi, bölgede yaşayan büyük bir çoğunluk tarafından bir çıkmaz sokak olarak görülmeye başlamış, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da halklar geleceklerini kendi elleriyle kurmak için harekete geçmişlerdi.

Bu kendi kaderini tayin etmenin öyküsü altı ay önce Tunus’ta başladı. 17 Aralık’ta Muhammed Bouazizi isminde bir işportacının tezgahını polis elinden alınca, delikanlı perişan oldu. Bu misli görülmemiş bir olay değildi. Dünyanın pek çok yöresinde hergün yer alan – halklarına onurlu bir hayatı çok gören despot yöneticilerin aşağılayıcı muamelesinin bir örneğiydi. Ne var ki bu defa farklı bir şey oldu. Yerel yetkililer şikayetini dinlemeyi reddedince, daha önce siyaset alanında pek etkin olmayan bu genç, yerel yönetim merkezine giderek üzerine benzin döküp kendisini ateşe verdi.

Tarihin akışında öyle zamanlar vardır ki, sıradan yurttaşların eylemleri, değişime götüren hareket için gerekli kıvılcımı tutuşturur, çünkü, yıllar boyu birikmiş bir özgürlük özlemini dile getirir. Amerika’da Boston’lu yurtseverlerin Krala vergi ödemeyi, Rosa Parks’ın otobüste yerinden kalkmayı reddettiği sıradaki cesur ve onurlu davranışları düşünün. İşte Tunus’ta, işportacının bu umutsuzluk davranışı da ülkenin her yöresinde hissedilen hüsranı dile getirdi. Yüzlerce gösterici sokaklara döküldü, sonra da binlerce. Coplara bazen de mermilere göğüs gererek evlerine dönmeyi reddettiler –günlerce, haftalarca, yirmi yıllık diktatör nihayet iktidarını teslim ettiği ana kadar.

Bu devrimin oluşumu ve ondan sonrakiler kimseyi şaşırtmamalıdır. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki uluslar bağımsızlıklarını çok önce kazandılar fakat birçok yerde halkları kazanmadı. Pek çok ülkede iktidar küçük bir grubun elinde toplandı. Pek çok ülkede, bu genç işportacı gibi vatandaşlar, derdini anlatacak makam bulamadı, davasını dinleyecek dürüst bir hukuk düzeni, sesini duyuracak bağımsız bir medya, görüşlerini tesmil edecek inandırıcı bir siyasi parti, liderini seçebileceği özgür ve adil seçim mevcut olmadığı için çaresiz kaldı.

Kendi kaderini tayin etme gücünden – hayatını istediğin gibi kurma şansından yoksun olmak bölgenin ekonomisine de yansıdı. Evet, petrol ve benzin zengini bazı uluslar refahı ceplerine doldurdu. Fakat bilgi ve inovasyona dayalı küresel bir ekonomide hiçbir kalkınma stratejisi sadece yerden fışkırana dayanarak varolamaz. Rüşvet vermeden iş yapılamıyorsa, insanlar da potansiyellerini gerçekleştiremez.

Bu zorlukları göğüslerken bölgedeki liderlerin çoğu halklarının mağduriyetlerini başka yönlere çevirmeyi denedi. Sömürgeciliğin sona ermesinden yarım yüzyıl sonra, tüm kötülüklerin kaynağı olarak Batı gösterildi. İsrail’e karşı husumet siyasi ifadenin tek kabul edilir şekli haline geldi. Aşiret, etnik farklılık, mezhep ayrılığı iktidara tutunabilmek ya da iktidarı bir başkasının elinden kapmak için manipüle edildi.

Fakat son altı aydır olanlar, baskıcı ve bölücü stratejilerin artık işe yaramadığını hepimize gösterdi. Uydu televizyonu ve internet daha geniş bir dünyaya, Hindistan, Endonezya, Brezilya gibi şaşırtıcı gelişmelerin yer aldığı bir dünyaya pencere açtı. Cep telefonları ve sosyal haberleşme ağları, gençlerin birbiriyle iletişim kurarak örgütlenmesini sağladı. Böylece yeni bir kuşak belirdi. Onların sesi, bize değişimin artık inkar edilemeyeceğini söylüyor.

Kahire’de “İlk kez ciğerlerime temiz hava çekebiliyorum gibi geliyor,” diyen genç ananın sesini duyduk.

Sanaa’da, “Gece artık sona ermelidir,” diye slogan atan öğrencileri işittik.

Bengazi’de, “Sözcüklerimiz artık özgür. Anlatması zor bir duygu,” diyen mühendisi duyduk.

Şam’da, “İlk bağırmadan, ilk haykırıştan sonra onurunu hissediyor insan,” diyen delikanlıyı işittik.

İnsan onurunun bu haykırışları bölgede bir uçtan bir uca işitiliyor. Şiddeti reddeden manevi güç sayesinde bölge halkları altı ay içersinde, teröristlerin yıllarca uğraşarak gerçekleştirdiği değişimden fazlasını gerçekleştirdi.

Elbette, bu çapta bir değişim kolay olmaz. Günümüzde – 24 saatlik haber çevrimi ve sürekli iletişim içersinde – insanlar bu bölgedeki dönüşümün bir kaç hafta içinde gerçekleşeceğini sanıyor. Oysa bu öykünün sonuna ermek için yıllar geçecektir. Yol boyunca hem iyi günler, hem de kötü günler olacak. Bazı yerlerde değişim süratle, diğer yerlerde ise azar azar gerçekleşecektir. Ve gördüğümüz gibi değişim çağrıları bazen de hararetli iktidar mücadelelerine yol açacaktır.

Önümüzdeki soru, bu olaylar yaşanırken Amerika’nın nasıl bir rol oynayacağıdır. Onlarca yıl, Amerika Birleşik Devletleri bölgede terörizmle mücadele, nükleer silahların yayılmasını durdurmak, serbest ticaretin akışını güven altına almak, bölgede güvenliği korumak; İsrail’in güvenliği için destek sağlamak ve Arap, İsrail barışı için uğraşmak gibi bir dizi temel çıkar peşine düştü.

Amerika’nın çıkarlarının halkların umutlarıyla çelişmediği, tersine bu umutlar için esas teşkil ettiği inancıyla tüm bunları yapmaya devam edeceğiz. Bölgede bir nükleer silahlanma yarışından ya da el Kaide’nin acımasız saldırılarından kimsenin fayda görmeyeceğine inanıyoruz. İnanıyoruz ki, nerede olursa olsun enerji ikmalinde kesinti olduğunda insanlar ekonomilerinin felce uğradığını görecektir. Körfez Savaşında yaptığımız gibi, sınırları ihlal eden saldırganlıklara müsamaha etmeyeceğiz ve dostlarımıza ve ortaklarımıza taahhütlerimize bağlı kalacağız.

Öte yandan, bu dar çerçeveye sığan çıkar bazlı stratejinin tek başına boş mideyi doldurmayacağını ve hiç kimseye kafasının içindekileri açıklamada yardım etmeyeceğini de kabul etmeliyiz. Ayrıca, sade vatandaşların geniş açılı özlemlerine seslenmekte başarısızlık, Amerika Birleşik Devletleri’nin, onların çıkarları pahasına kendi çıkarını gözettiği yolundaki yıllardır irinleşmiş şüpheyi beslemeye devam edecektir. Bu güvensizliğin iki kutuplu olduğu– Amerikalıların rehine eylemleri, şiddete davet eden söylemler ve binlerce yurttaşımızın hayatına mal olan terörist saldırılarla korkutulması– gerçeği göz önüne alındığında, yaklaşımımızı değiştirmeyi başaramadığımız takdirde Amerika Birleşik Devletleri ile Arap Dünyası arasında derinleşen bir sarmal bölünme tehdidiyle yüz yüze kalırız.

Bu nedenledir ki, iki yıl önce Kahire’de, ilişkilerimizi karşılıklı çıkar ve saygı temeli üzerinde genişletmeye başladım. O zaman sadece ulusların dengesi için değil, bireylerin kendi kaderlerini tayin hakkına sahip çıkılmasında bizim de menfaatimiz olduğuna inanıyordum– ve hala buna inanıyorum. Statüko sürdürülemez. Korku ve baskı altında dağılmadan birarada tutulabilen toplumlar, bir süre için dengede oldukları yanılsaması sergileyebilirler, ancak ortadan bölünecek olan bir fay hattı üzerinde kuruludurlar.

Karşımıza tarihi bir fırsat çıkmıştır. Amerika’nın, Tunus’taki sokak işportacısının onuruna, bir diktatörün kaba kuvvetinden daha fazla değer verdiğini gösterme şansı elimize geçmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi kaderini tayin hakkını ve fırsatları ileriye götürecek değişime açık olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bu vaad anına eşlik edecek tehlikeler de bulunacaktır. Fakat onlarca yıl yapıldığı gibi, bu bölgede dünyanın halini olduğu şekliyle kabul etmek yerine, dünyayı olması gerektiği hale getirme şansına sahibiz.

Elbette bunu yaparken, bir tevazu duygusundan yola çıkmalıyız. Tunus’ta ya da Kahire’de insanları sokaklara döken Amerika değilidir – bu eylemleri başlatan halkların kendisidir ve tabii bu eylemlerin sonuçlarını da kendileri tayin etmelidirler. Bu ülkelerin hepsi bizim temsiliyete dayanan demokrasi biçimimizi izleyecek değildir. Bölge ile ilgili uzun vadeli vizyonumuzla, kısa vadeli çıkarlarımızın at başı gitmediği zamanlar olacaktır. Fakat, son altı ay içinde yer alan olaylarda bize yol gösteren bir dizi ana ilkenin korunması için ses verebiliriz – ve vereceğiz.

Amerika Birleşlik devletleri bölge halkına karşı şiddet ve baskı kullanılmasına karşıdır. [Alkışlar]

Amerika Birleşik Devletleri bir dizi evrensel hakkı desteklemektedir. İster Bağdat’ta veya Şam’da, isterse Sanaa’da veya Tahran’da olsun, bu haklara, ifade özgürlüğü; barışcıl toplantı özgürlüğü; din özgürlüğü; yasalar önünde kadın erkek eşitliği; kendi liderini seçme hakkı dahildir.

Ve biz, Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da, bölge insanlarının meşru emellerini gerçekleştirebilecek siyasi ve ekonomik reformları destekliyoruz.

Bu ilkelere verdiğimiz destek bizim için ikinci derecede bir ilgi konusu değil – buna açıklık getirmek isterim – somut eylemlere tercüme edilmesi ve elimizde mevcut her türlü diplomatik, ekonomik ve stratejik geliştirme aracı ile desteklenmesi gereken bir önceliktir.

Daha spesifik konuşayım. Öncelikle, bölgede reformları teşvik etmek ve demokrasiye geçişi desteklemek Amerika Birleşik Devletleri’nin politikası olacaktır.

Bu çaba, riskin büyük olduğu Mısır ve Tunus’ta – Tunus bu demokrasi dalgasının öncüsü durumundadır, Mısır ise hem uzun yıllardır ortağımız hem de Arap Dünyasının en büyük ulusudur – başlayacaktır. Bu iki ulus, özgür ve adil seçimler sayesinde; canlı bir sivil toplum; hesap verebilir ve etkili demokratik kurumlar kurarak; ve sorumlu bölgesel liderlik göstererek sağlam birer örnek oluşturabilirler. Fakat desteğimiz, bu geçişin henüz yer almadığı uluslara da ulaşmalıdır.

Ne yazık ki, pek çok ülkede değişim çağrılarına bugüne kadar şiddetle cevap verildi. Bu durumun en uçtaki örneği Muammer Gaddafi’nin kendi halkına açtığı ve onları fareler gibi öldürmeye ahtettiği savaştır. Söylediğim gibi, Amerika Birleşik Devletleri, müdahale için uluslararası koalisyona katıldığı zaman bir rejimin kendi halkına reva gördüğü her türlü haksızlığı önleyemez ve güç kullanarak rejim değişikliği yapmanın – her ne kadar iyi niyetli olsa dahi– ne zor ve yüksek maliyetli bir iş olduğunu Іrak’taki tecrübemiz bize öğretti.

Fakat Libya’da bir katliamın patlak vermek üzere olduğunu gördük, harekete geçmek için yetkilendirilmiştik ve Libya halkının yardım çağrısını duyduk. NATO müttefiklerimizin ve bölgedeki koalisyon ortaklarımızın yanında harekete geçmemiş olsaydık, binlerce insan öldürülecekti. Burada iletilen mesaj açıkça şu olacaktı: iktidarda kalman için ne kadar insan gerekiyorsa öldür. Şimdi ise zaman Gaddafi’nin aleyhine işlemektedir. Ülkesi üzerinde kontrolünü yitirmiştir. Muhalefet meşru ve inandırıcı bir Geçici Konsey kurmuştur. Gaddafi çaresiz iktidarı terkettikten ya da zorla iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, onlarca yıl sürmekte olan provokasyon sona erecek ve demokratik Libya’ya geçiş başlayacaktır.

Libya, çok büyük çapta şiddete maruz kalırken, liderlerin iktidarda kalabilmek için şiddete baş vurduğu tek ülke değilidir. Yakın zaman önce, Suriye rejimi de yurttaşlarını katletme ve kitlesel olarak hapsetme yolunu seçti. Amerika Birleşik Devletleri bu hareketleri kınamış olup, uluslararası camia ile birlikte çalışarak Suriye rejimine yönelik yaptırımlar getirmiştir – bu yaptırımlara dün açıklanan ve Başkan Esad ile çevresindekilere getirilenler de dahildir.

Suriye halkı demokrasiye geçiş talebinde bulunarak cesaretini gösterdi. Şimdi Başkan Esad’ın iki seçeneği vardır: ya bu geçişe liderlik yapmak ya da yoldan çekilmek. Suriye hükümeti göstericiler üzerine ateş açmayı durdurmalı ve barışcıl gösterilere izin vermelidir; siyasi tutukluları serbest bırakmalı ve haksız tutuklamalara son vermelidir; insan hakları gözlemcilerinin Dara’a gibi kentlere erişimine izin vermelidir; demokrasiye geçişi hızlandırmak için ciddi bir diyalog başlatmalıdır. Aksi halde Başkan Esad ve rejimine ülke içinde meydan okunmaya ve kendisi ve rejimi ülke dışında izole edilmeye devam edecektir.

Şu ana kadar Suriye, İranlı müttefikinin izinden gitmiş, ayaklanma bastırma taktikleri için Tahran’dan yardım istemiştir. Bu da, bir yandan başka ülkelerdeki göstericileri haklarını desteklediğini söylerken öte yandan kendi halkını ezen İran rejiminin iki yüzlülüğünü ortaya koymaktadır. Unutmayalım ki ilk barışcıl gösteriler, hükümetin kadın, erkek çocuk demeden insanlara acımasızca muamele ettiği, masum insanları hapse attığı Tahran sokaklarında başladı. Tahran’da ev çatılarından yükselen sloganların yankıları hala kulaklarımızdadır. Sokakta ölen genç kadının görüntüsü hafızalarımıza kazılı. İran halkının evrensel haklarını hak ettiği ve hükümetin halkın özlemlerini boğamayacağı konusunda ısrarımızı sürdüreceğiz.

İran’daki hoşgörüsüzlüğe – gayri meşru nükleer programı ve teröre verdiği desteğe – karşı olduğumuzu herkes bilmektedir. Amerika inandırıcı olmak istiyorsa, bölgedeki dostlarımızın, zaman zaman değişimin gereklerine bugün burada özetlediğim ilkeler doğrultusunda tepki vermediğini kabul etmek zorundayız. Örneğin Yemen’de Başkan Salih’in iktidar transferi konusundaki taahhüdünü yerine getirmesi gerektiği doğrudur. Ve bu bugün Bahreyn için de geçerlidir

Bahreyn uzun süredir ortağımız olmuştur, ve onun güvenliğine olan taahhüdümüz bakidir. İran’ın bu ülkedeki kargaşayı fırsat bilmeye çalıştığının farkındayız. Bahreyn hükümetinin, hukukun üstünlüğünün önemini bildiğinin de farkındayız. Buna rağmen, kitle halinde tutuklamaların ve kaba kuvvet kullanılmasının Bahreyn yurttaşlarının evrensel hakları ile taban tabana zıt düştüğü ve bu tür teşebbüslerin reform için yapılan meşru çağrıları susturmayacağı konusunu gerek özel gerekse kamuya açık olarak ısrarla dile getirdik. Hükümet ve muhalefet için ileriye götüren tek yol bir diyaloğa girmektir; ancak barışcıl muhalefetin bir bölümü hapsedilmişken gerçek bir diyalog kurulamaz. [Alkışlar] Hükümet, diyalog kurulabilmesi için gerekli şartları yaratmalı, muhalefet ise tüm Bahreynliler için adil bir gelecek kurulması çalışmasına katılmalıdır.

Gerçekten de, bu dönemde alacağımız derslerden en kapsamlısı, hizipçi ayrılıkların ille de ihtilafa götürmesinin gerekmediğidir. Irak’ta, etnik ve hizipsel çokluğa dayalı bir demokrasinin vaadini görmekteyiz. Irak halkı, siyasal şiddetin tehlikelerini reddedip yerine demokratik süreci seçti ve kendi güvenliğinin sorumluluğunu da bütünüyle üstlendi. Elbette, tüm genç demokrasilar gibi aksiliklerle karşılaşacaklardır. Yine de, Irak barışçı gelişimini sürdürürse, bölgede önemli bir rol oynayacaktır. Biz de o anda, sadık bir ortak olarak Iraklılar’ın yanında gururla duracağız.

Demek ki gelecek aylarda, bölgede reformu teşvik etmek için Amerika’nın tüm nüfuzunu kullanması lazım. Her ülkenin farklı olduğunu kabul ederken, aynı zamanda, inandığımız prensipleri dostlarımıza ve düşmanlarımıza dürüstçe söylememiz lazım. Mesajımız basittir: Reforumun gerektirdiği riskleri göze alırsanız, Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm desteğini arkanızda bulacaksınız. Aynı zamanda, elitlerle olan ilişkimizi geliştirme çabalarımızı arttırarak, geleceği şekillendirecek kişilere – özellikle gençlere – ulaşmayı hedeflemeliyiz.

Kahire’de verdiğim sözleri – girişimciler ağı kurmak, eğitim değiş tokuş programları geliştirmek; bilim ve teknolojide işbirliğini geliştirmek, ve hastalıklarla mücadele etmek – tutmaya devam edeceğiz. Bölgedeki sivil toplumlara – ve buna yasal olarak tanınmamış olan sivil toplum örgütleri de dahildir – ve kabul etmesi zor olan gerçeklere ses verenlere yardım etmeyi hedefliyoruz. Ve, teknolojiyi kullanarak, halkların seslerini dinleyip onlarla bağlantı kuracağız.

Gerçek odur ki, hakiki reform, sadece oy sandığından çıkmayacak. Aklınızdakini söyleyebilme ve bilgiye ulaşabilme gibi temel haklara destek olmak için çabalamalıyız. İnternete serbest ulaşımı ve gazetecilerin – ister büyük bir haber merkezi olsun, ister tek kişilik bir blog sitesi olsun – kendilerini duyurma haklarını destekleyeceğiz. Yirmi birinci yüzyılda, bilgi güç demektir; gerçekler saklanamaz; ve hükümetlerin meşruluğu eninde sonunda aktif ve bilgili vatandaşlara dayanacaktır.

Konuşulanlar bizim dünya görüşümüze uymasa bile, bu tür açık söylemler önemlidir. Bu konuda açık olayım. Amerika, hemfikir olmadığımız konular da dahil, tüm barışçıl ve kanunlara saygılı seslerin duyulma hakkına saygı duyar. Ve bazen bu seslerle ciddi bir fikir ayrılığı yaşıyoruz. Gerçek ve katılımcı demokrasiye benimseyen herkesle birlikte çalışmayı umuyoruz. Ancak, her hangi bir grubun, başkalarının haklarını kısıtlamasına ve onay değil de güç kullanarak iktidara sahip çıkmaya kalkışmasına karşı geleceğiz. Çünkü demokrasi sadece seçimlere değil, aynı zamanda sağlam ve hesap verme yükümlülüğü olan kurumlara, ve azınlıkların haklarına saygı göstermeye dayanır.

Bu tür hoşgörü özellikle din konusunda önemlidir. Tahrir Meydanı’nda, toplumun her kesiminden insanların, “Müslümanlar, Hıristiyanlar, hepimiz biriz,” diye haykırdığını duyduk. Amerika, bu ruhun – tüm inançlara saygı duyulan ve aralarında köprüler kurulan ruhun – devam etmesi için çalışacaktır. Üç dinin doğum yeri olan bir bölgede, uyumsuzluk sadece acıya ve tıkanıklığa yol açar. Ve bu değişim rüzgarlarının başarılı olabilmesi için, Şii’lerin Bahreyn’deki camilerinin hiç bir zaman yıkılmaması gerektiği gibi, Koptik Hıristiyanların da Kahire’de serbestçe ibadet edebilmesi gerekir.

Dini azınlıklar konusunda geçerli olanlar, kadın hakları için de aynen geçerlidir. Tarihe baktığımızda, kadınların güçlü olduğu ülkelerin daha zengin ve barışçıl olduğunu görürüz. İşte bu yüzden, evrensel hakların, erkekler için olduğu gibi, kadınlar için de geçerli olduğu konusunda ısrar etmeye devam edeceğiz. Bunu, çocuk ve anne sağlığını destekleme yardımlarına odaklanarak; kadınlara öğretim veya yeni iş kurma konusunda destek olarak, kadınların seslerini duyurma hakkını savunarak ve politik seçimlere katılmalarına yardım ederek yapacağız. Halkın yarısından çoğunun potansiyeline ulaşması engellendikçe, bu bölge de hiç bir zaman tam potansiyeline ulaşmayacaktır.

Çabalarımız, bölgede siyasi reformu ve insan haklarını teşvik etmekle sınırlı kalmamalıdır. Dolayısıyla, bölgede olumlu değişimleri desteklemek için, aynı zamanda, demokrasiye geçiş yapmakta olan uluslardaki ekonomik gelişmeyi ilerletmeye çalışmalıyız.

Sonuçta protestocuları sokaklara döken şey sadece siyaset degildir. Bir çok insan için bardağı taşıran son damla, ailelerinin geçimini sağlamak ve karınlarını doyurmak gibi daha acil olan günlük sıkıntılar olmuştur. Bölgedeki bir çok insanın sabah kalktıklarındaki tek beklentileri, sadece o günün sonunu getirebilmeyi, ve belki de şanslarının değişmesini ummaktır. Bölge çapındaki bir çok gencin gayet sağlam bir eğitimi vardır, ancak kapalı ekonomiler yüzünden iş bulamamaktadırlar. Girişimcilerin bir çok yeni fikirleri vardır, ancak yolsuzluk yüzünden bu fikirlerden her hangi bir çıkar sağlayamamaktadırlar.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın henüz el atılmamış en büyük kaynağı, halkarın kabiliyetleridir. Protestolarda, halkların bu kabiliyetini, teknolojiyi kullanarak dünyayı değiştirmelerinden gördük. Tahrir Meydanı’ndaki liderlerden birinin Google’in yöneticilerinden biri olduğuna şaşmamalı. İşte sokaklardaki bu başarının pekişmesi için gereken ekonomik büyümenin sağlanabilmesi, her bir ülkedeki bu enerjinin bu yönde kullanılmasına bağlıdır. Nasıl ki demokratik devrimler kişisel fırsatların eksikliğinden ortaya çıkabilirse, başarılı demokratik değişimler de büyüme ve geniş çaplı refaha dayalıdır.

Demek ki, dünyadan öğrendiğimiz derslere bakılırsa, sadece yardıma değil, ticarete; sadece desteğe değil yatırıma da önem verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Amacımız, himayecilikten açıklığa geçilen; ticaretin kontrölünün bir kaç kişiden çıkarak bir çok kişiye geçmesini öngören; ve ekonominin, gençler için istihdam yarattığı bir model sağlamaktır. Dolayısıyla Amerika’nın demokrasiye olan desteği mali istikrar sağlamaya; reformları teşvik etmeye; rekabetçi piyasaları birbirleriyle ve küresel ekonomiyle birleştirmeye dayalı olacaktır. Ve bu işe Tunus ve Mısır’la başlayacağız.

Öncelikle, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’ndan, gelecek haftaki G-8 zirvesinde, Tunus ve Mısır’ın ekonomilerinin istikrara kavuşması için ne yapılması gerektiği konusunda bir plan sunmalarını istedik. Demokratik ayaklanmalarının getirdiği karışıklıktan toparlanabilmeleri için, ve bu yıl seçilecek olan hükümetlere destek vermek için birlikte çalışmalıyız. Aynı zamanda, Mısır ve Tunus’un kısa dönemli mali ihtiyaçlarını karşılamak konusunda başka ülkelere de çağrıda bulunuyoruz.

İkinci olarak, demokratik bir Mısır’ın, geçmişteki borçlarının ağırlığı altında ezilmesini istemiyoruz. Bu yüzden, demokratik Mısır’ın bir milyar dolarlık borcunu affedeceğiz, ve Mısırlı ortaklarımızla birlikte, bu kaynakların büyüme ve girişimciliğe yatırılması için çalışacağız. Mısır’ın piyasalara tekrar açılması için gereken mali altyapı ve istihdamı sağlaması için bir milyar dolarlık borcu garantileyeceğiz. Aynı zamanda yeni demokratik hükümetlerin, çalınan varlıklarının açığını kapatmalarına yardım edeceğiz.

Üçüncüsü, Tunus ve Mısır’a yatırım yapacak Girişim Fon’ları yaratmak icin Kongre ile çalışıyoruz. Bu fonlar, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Doğu Avrupa’daki değişimleri desteklemek icin kurulan fonlara benzer olacak. Yurtdışı Özel Yatırım Kurumu (OPIC-Overseas Private Investment Corporation) yakında, bölge çapında özel yatırımları destekleyecek iki milyar dolarlık bir tesis açacak. Ayrıca, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın, Avrupa’da sağladığı desteğin aynısını Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da sağlaması için ortaklarımızla beraber çalışacağız.

Dördüncüsü, Amerika Birleşik Devletleri, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile kapsamlı bir Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Girişimi başlatacak. 400 milyon kişilik bu bölge, petrol ihraçlarını saymayacak olursak, İsviçre kadar ihracat yapmaktadır. Dolayısıyla Avrupa Birliği ile çalışarak, bölgede daha fazla ticareti teşvik etmeye çalışacağız, ABD ve Avrupa piyasalarıyla entegrasyonu ilerletmek icin varolan anlaşmaları genişleteceğiz; ve reform ve ticareti serbestleştirme konusunda yüksek standartlara erişmeye çalışan ülkelerle bölgesel bir ticaret uygulamasına yol açaçağız. Nasıl ki Avrupa Birliği üyeliği Avrupa’da reform için teşvik oluşturduysa, aynı şekilde modern ve refah bir ekonomi vizyonu Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da da reform icin güçlü bir teşvik olacaktır.

Refah aynı zamanda ilerlemeyi önleyen duvarların – halklarını sömüren yolsuz liderler; parlak bir fikrin bir işletmeye dönüşmesine engel olan bürokrasiler; kabile veya mezhebe dayalı olarak kaynakların dağıtılmasına izin veren bir himaye sistemi gibi – yıkılmasını gerektirir. Siyasi, insan hakları ve ekonomik reform yaratmaya çalışan parlamenterlerle; ve şeffaflığı arttırmak ve hükümelerini sorumlu tutmak için teknolojiyi kullanan eylemcilerle beraber çalışarak hükümetlerin uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmelerine yardım edeceğiz, yolsuzluklara karşı çabalara destek vereceğiz.

Bölgeye bakış açımızın temel taşlarından bir diğeri ise barış arayışlarıdır.

Onyıllarca, İsrailliler ve Araplar arasındaki çatışma, bölge üzerine gölge düşürmüştür. İsrailliler açısından bu, çocuklarının bir otobüste hayatlarını kaybedeceği korkusuyla, evlerine yöneltilen roketler korkusuyla, ve bölgedeki diğer çocukların, kendi çocuklarından nefret etmeyi öğrendikleri bilgisiyle yaşamak anlamına gelmiştir. Filistinliler için ise, işgal edilmenin utancıyla acı çekmek ve hiç bir zaman kendilerine ait olmayan bir devlette yaşamak anlamına gelmiştir. Üstelik bu çatışma, Orta Doğu için ağır bir yük olmuştur, çünkü halka güvenlik, refah, ve yetki verebilecek ortaklıkları engellemiştir.

İki yılı aşkın bir süredir benim yönetimim, bu çatışmayı sonlandırmak için, geçmiş yönetimlerin onyıllarca yaptıkları çalışmaları temel alarak, taraflarla ve uluslararası camia ile birlikte çalışmıştır. Buna rağmen beklentiler havada kalmıştır. İsrail’in yerleşim yerleri kurma faaliyetleri devam etmektedir. Filistinliler müzakereleri terk etmiştir. Tüm dünya, sonu gelmeyen ve tıkanmış olan bu çatışmaya bakmaktadır. Hatta bazı kişiler, bölgedeki bu değişim ve belirsizlikler devam ettikçe, her hangi bir ileri adım atılmasının imkansız olduğunu söylemektedir.

Ben buna katılmıyorum. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki halkların geçmiş yüklerinin üzerlerinden attığı bu dönemde, çatışmayı bitirecek olan sürdürülebilir bir barışın sağlanması çok önemlidir. Bu özellikle tarafların kendileri için geçerlidir.

Filistinliler’in İsrail’in meşruiyetini yok sayma çabaları başarısız olacaktır. Eylül’de Birleşmiş Milletler’de İsrail’i tecrit etmek için yaptıkları sembolik eylemler, bağımsız bir devlet yaratmayacaktır. Hamas, terör ve karşıtlık yolunda devam ettiği sürece, Filistinli liderler barış ve refahı sağlayamayacaklardır. Filistinliler, İsrail’in varolma hakkını redettikleri sürece bağımsızıklarını kazanmayacaktır.

İsrail’le olan dostluğumuz, ortak bir tarih ve ortak değerlere dayanır. İsrail’in güvenliğine olan bağlılığımız sarsılmazdır. Ve, uluslararası forumlarda onu tecrit etmeye yönelik eleştirilere karşı çıkacağız. İşte bu dostluğumuz yüzünden, onlara doğruyu söylememiz önemlidir: şu anki durum devam edemez, ve İsrail de cesur davranarak devamlı bir barış icin çalışmalıdır.

Gerçek şudur ki, gittikçe artan sayıda Filistinli, Ürdün Nehri’nin batısında yaşamaktadır. Teknoloji, İsrail’in kendini savunmasını gittikçe zorlaştıracaktır. Derin bir değişim geçiren bu bölgede, sadece bir veya iki lider değil, milyonlarca insan barışın mümkün olduğuna inanmalıdır. Uluslararası camia, sonuç getirmeyen bitmez süreçlerden bıkmıştır. Yahudi ve demokratik bir ülke hayali, devamlı işgal olduğu sürece gercekleşemez.

Sonuçta harekete geçme görevi Israilliler ve Filistinlilerindir. Zorla barış olmaz. Ne ABD tarafından, ne de başka bir devlet tarafından. Sonsuz gecikmeler de sorunu ortadan kaldırmayacaktır. Ancak ABD ve uluslararası camianın yapabileceği şey, herkesin bildiği gerçeği tekrarlamaktır: sürdürülebilen bir barış, iki halk ve iki devletten oluşacaktır. İsrail, Yahudi bir devlet ve Musevi halkın vatanı; Filistin devleti ise Filistinlilerin vatanı; her iki devlet de kendi özgür iradesine sahip, karşılıklı birbirlerini tanıyan, ve barışçıl bir şekilde yaşayan iki ülkeden oluşacaktır.

Çatışmanın kökündeki konuların müzakere edilmesi gerekmekle beraber, bu müzakerelerin temeli net ve açıktır: yaşanabilecek bir Filistin, ve güvenli bir İsrail. Amerika Birleşik Devletleri, müzakerelerin; İsrail, Ürdün, Mısır ile sabit sınırı olan bir Filistin, ve Filistin ile sabit sınırları olan bir İsrail olarak, iki ülke ile sonuçlanması gerektiğine inanmaktadır. İsrail ve Filistin sınırlarının, karşılıklı kabul edilen değiş tokuşlarla, 1967 sınırlarına dayalı olması gerektiğine inanıyoruz. Böylece her iki ülke için güvenli ve tanınan sınırlar oluşturulacaktır. Filistin halkının, meşru ve komşu bir ülke olarak, kendilerini yönetme ve potansiyellerine ulaşma hakkı olmalıdır.

Güvenlik konusuna gelince, her ülkenin kendini savunma hakkı vardır, ve İsrail de kendini, kendi başına, her tehdide karşı savunabilmelidir. Yeni bir terör dalgasını önleyecek, silah sızımını durduracak, ve etkin bir sınır güvenliğini sağlayacak sağlam hükümlere de ihtiyaç vardır. İsrail askeri güçlerinin, aşamalı olarak yapacağı tam bir çekilme, Filistin’in meşru, askerileşmemiş ve güvenlik sorumluluğu olduğu garantisiyle yapılmalıdır. Bu geçiş döneminin süresi üzerinde karşılıklı bir anlaşmaya varılmalı, ve güvenlik ayarlamalarının etkinliği gösterilmelidir.

Bu prensipler, müzakereler için bir temel oluşturur. Filistinliler, kendi ülkelerinin sınırlarını bilmelidir; İsrailliler ise temel güvenlik ihtiyaçlarının karşılanacağını bilmelidir. Bu iki adımın sorunu çözmeyeceğini biliyorum. Halen devam eden iki tane duygusal ve zor konu vardır: Kudüs’un geleceği, ve Filistinli mültecilerin akibeti. Ancak şu anda, sınır ve güvenlik konularına dayanarak ileri gitmek, en azından bu iki konunun adil bir şekilde, ve hem İsrail hem de Filistinlilerin hak ve hayallerine saygı duyan bir çözüm için bir temel oluşturur.

Șimdi, bir de şunu söyleyeyim. Müzakerelerin sınır ve güvenlik konularıyla başlaması gerektiğini anlamak, müzakere masasına geri dönmenin kolay olacağı anlamına gelmez. Özellikle, Fatah ve Hamas arasında kısa bir süre önce yapılan anlaşma, İsrail için ciddi ve haklı endişelere yol açmaktadır – varolma hakkını tanımaya razı olmayan bir taraf ile nasıl müzakere edilir? Gelecek haftalarda ve aylarda, Filistinli liderler bu soruya geçerli bir cevap bulmak zorundadır. Bu arada, Amerika, Dörtlü ortaklarımız ve Arap ülkeleri, bu çıkmazı aşmak için çabalarımıza devam etmeliyiz.

Bunun çok zor olacağını biliyorum. Șüphe ve düşmanlık nesillerce devam etmiştir ve bazı zamanlarda daha da katılaşmıştır. Ama, İsrail ve Filistinlilerin çoğunun, geçmişte takılıp kalmaktansa ileriye bakmayı tercih edeceğine ikna olmuş durumdayım. Bu ruhu, oğlu Hamas tarafından öldürülen Israilli bir babanın, sevdikleri birini kaybetmiş olan Filistinli ve İsraillileri bir araya getiren bir örgüt kurmasında görüyoruz. Bu baba, “Gelişme için tek umudun, çatışmanın gerçeğini tanımak olduğunu zamanla anladım,” dedi. Ve bunu, Gazze’de İsrail mermileriyle üç kızını kaybeden Filistinli’nin hareketlerinde görüyoruz. Kendisi, “Kızgın olmaya hakkım var. Çok insan benim nefrete boğulmamı bekliyordu. Onlara olan cevabım, nefret etmemek olacak… Hep beraber yarın için umudumuzu devam ettirelim,” dedi.

Bu, sadece İsrail-Filistin çatışmasında değil, tüm bölgede, nefret ile umut arasında; geçmiş engeller ve geleceğe ilişkin umutlar arasında yapılacak bir seçimdir. Hem liderler hem de halk tarafından yapılması gereken, ve hem medeniyetin beşiği olan, hem de zorlu bir çekişmenin merkezi olan bir bölgenin geleceğini şekillendirecek bir seçimdir.

Önümüzdeki tüm engellere karşın, umutlu olmamız için de bir çok sebep vardır. Bu umudu, Mısır’da, gösteriler yapan gençlerin çabalarında görüyoruz. Suriye’de, ‘barış,’ ‘barış,’ diye haykırırken, kurşunlara göğüs gerenlerin cesaretinde görüyoruz. Yıkımla boğuşan şehir Bengazi’de, hiç yaşamadıkları özgürlükleri kutlayan halkın toplandığı meydanda görüyoruz. Bizim değerini bazen unuttuğumuz haklar, tüm bölge çapında, katı bir yönetimden kendilerini çekip çıkaran bir toplum tarafından sevinçle kazanılıyor.

Amerikan halkı için, bu karışıklık görüntüleri huzursuz edici olabilir, ancak bu görüntünün arkasındaki güçler tanıdıktır. Bizim kendi ulusumuz da, bir imparatorluğa karşı yapılan bir başkaldırı sonucunda kurulmuştur. Bizim halkımız da, esir olanlara özgürlük ve haysiyeti, ancak acı bir iç şavaş sonucunda verebildi. Geçmiş nesiller, bizim ülkemizi mükemmelleştirmek için şiddete karşı olan ahlaki yolu seçmeselerdi – “Tüm insanların eşit yaratıldığı gerçeğinin besbelli olduğuna inanıyoruz,” kelimelerini gerçekleştirmek için toplanıp, yürüyüşler yapıp, barışçıl gösteriler yapmasalardı, ben bugün burada olamazdım.

İşte bu kelimeler – baskıcılığın başarısız olacağı, zalimlerin eninde sonunda iktidardan düşeceği, her kadın ve erkeğin kendilerinden alınamayacak haklara sahip olduğu – Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmelere karşı bizim cevabımızı oluşturmalıdır. Kolay olmayacaktır. Gelişme düz bir çizgi halinde olmaz, ve umut her zaman zorluklarla beraber gelir. Ancak, Amerika Birleşik Devletleri, halkların kendi kendilerini yönetmeleri inancı üzerine kurulmuştur. Ve şimdi, kendi hakları için çabalayanların yanında durmak konusunda bir an bile tereddüt edemeyiz, çünkü onların başarısı, daha barışçıl, istikrarlı, ve daha adil bir dünya getirecektir.

Hepinize çok tesekkur ederim. [Alkışlar]