Koalisyon bünyesinde meydana gelen üç kriz

Bugünlerde, Suriye’ye karşı yürütülen savaşın daha başından beri saldırganların olduğu tarafta yaşanan üçüncü krize tanıklık ediyoruz.

 Haziran 2012’de, Ortadoğu coğrafyasının ABD ve Rusya arasında yeni paylaşımı organize eden ve barış ortamına dönüldüğünü bildirmesi gereken Cenevre 1 konferansının yapıldığı zaman, François Hollande’ı Devlet Başkanı seçen Fransa, konferansının nihai bildirisine kısıtlayıcı bir yorum konulmasını sağladı. Fransa yönetimi daha sonra, ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve CIA Directörü David Petraeus’un desteğiyle, İsrail ve Türkiye hükümetlerinin Suriye’ye savaş açma düşüncesine dayanarak, savaşın başlamasını organize etti.

 Clinton ve Petraeus Başkan Obama tarafından elimine edildiler. Türkiye, Fransa ve İsrail, 2013 yazında, Suriye yönetimi tarafından yapılmış gibi, Şam yakınlarında, Doğu Ghouta’da kimyasal silahlarla bombardıman saldırısını düzenlediler. Ancak, ABD yönetimi halkı cezalandırıcı özelliği olan bu tarz bir savaşın sürmesini istemedi.

 ABD yönetimi, Ocak 2014’te yapılan kapalı bir oturum sırasında, Irak ve Suriye devletlerinde bölünme olacak şekilde, Irak’ta Sünni Arapların yaşadıkları bölgeleri ve Suriye’de Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri işgal etme görevinin de verilmesiyle birlikte, Daesh/IŞİD örgütüne silah ve finansman yardımı yapılması kararını Kongreden geçirdi. Türkiye ve Fransa hükümetleri, Daesh organizasyonu saldırı yapması için El-Kaide (El Nusra cephesi) örgütünü silahlandırdılar ve Koalisyonun ilk başlarda aldığı karara geri dönmemesi için ABD yönetimine itiraz ettiler. Ayman El-Zawahiri’nin sükûnette davet çağrısı üzerine, El-Kaide ve Daesh örgütleri arasında Mayıs ayında anlaşmazlık yaşanmadıysa, bu durum, Fransa ve Türkiye’nin o dönemdeki müttefik güçlerinin bombardıman saldırılarına katılmadıklarından dolayıdır.

Temmuz 2012’de düzenlenen, “yüz kadar devlet ve uluslararası kuruluşun yer aldığı” Suriye dostları koalisyonu, bu gün itibariyle, sadece 11 ülkeden/kuruluştan oluşuyor. Daesh/IŞİD örgütüne karşı olan koalisyon resmi olarak “60’tan fazla devletten meydana geliyor”. Ancak, koalisyonu oluşturan tarafların, yapacakları görevler listesi gizli kalırken, ortak noktaları az olduğu görülüyor.

Farklı çıkarlar

Doğrusunu söylemek gerekirse, oluşturulan koalisyon çok sayıda devletten meydan geliyor ve her birinin farklı çok özel çıkarları bulunuyor. Taraflar ortak bir hedef etrafında toplanamıyor. Dört ayrı gücün olduğunu görebiliyoruz:

 ABD yönetimi bölgedeki hidrokarbür yataklarını kontrol etmek istiyor. Başında (siyasetçi ve iş adamı, George W. Bush dönemi Başkan Yardımcısı, 20 Ocak 2001-20 Ocak 2009) Dick Cheney’in bulunduğu Ulusal Enerji Politikasını Geliştirme Topluluğu/National Energy Policy Development Group (NEPDG) ilgili bölgelerde uydulardan alınan görüntüleri ve sondaj verileri incelemeye alarak, dünya hidrokarbür rezervleri yerlerini belirledi ve Suriye’de bulunan büyük doğalgaz yataklarını keşfetti. 2001’de yapılan askeri darbe sırasında Washington yönetimi, zengin doğal kaynak yataklarına el koyabilmek amacıyla, sekiz ülkeye saldırı düzenleme kararını aldı (Afganistan, Irak, Libya, Lübnan, Suriye, Sudan, Somali ve İran). ABD Dış İşleri Bakanlığı “Arap baharı” olaylarını organize etmek üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika/The Midlle and North Africa (MENA) dairesini kurarken, Genelkurmay Başkanlığı da (Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bölünmesini içeren) “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin yeniden düzenleme konusunu gündemine aldı.

 İsrail de kendi ulusal çıkarlarını savunuyor: Kısa vadede, coğrafi yayılmacılık politikasını izlemeyecek. Ancak, eş zamanlı olarak ve zaman kaybetmeksizin, Nil ve Fırat Nehirleri arasındaki bölgeleri kontrol etme stratejisini izleyebilir. Ekonomik alanları kontrol etmeyi, dolayısıyla, hidrokarbür yataklarının bulunduğu bölgeleri ele geçirmeyi düşünebilir. Füze çağında bulunduğumuz bu dönemde, kendi ülke güvenliğini sağlamak amacıyla, bir yandan, sınır bölgesinde bulunan alanların kontrolünü eline alırken, (Mavi Berelileri Golan tepeleri bölgesinden çıkardı ve yerine El-Kaide örgütünü ikame etti), diğer yandan, (NATO güçlerine ait Patriot füzelerini Türkiye’de konuşlandırarak, Irak’ta Kürdistan bölgesinin, Güney Sudan Cumhuriyetinin kurulmasına destek vererek) Mısır ve Suriye ordularını nötralize etmeyi hedefliyor.

 Fransa ve Türkiye hükümetleri eski ihtişamlı imparatorluklarının restorasyonunu hayal etmeye devam edebilirler. Fransa hükümeti Suriye üzerinde veya en azında bir bölgesi üzerinde manda yönetimi kurmayı hayal ediyor. Özgür Suriye Ordusunu kurdu ve ellerine, Fransız mandası göstergesi, üzerinde yeşil, beyaz ve siyah renklerden üç yıldız olan bayrağı verdi. Türkiye cephesinde ise Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu hayali ediliyor. 2012 yılı, Eylül ayından beri, ele geçirilmesi düşünülen bölge için bir Vali bile belirlenmişti. Türk ve Fransız hükümetlerinin projeleri uyumlu halde hazırlanmış tasarımlardır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki bazı bölgelerin yönetimine kolonyal güçlerden birisinin ortak olması kabul edilmişti.

 Sonuç itibariyle, Suudi Arabistan ve Katar Emirliği, Suriye Arap Cumhuriyetinin bölgedeki tek örneği olduğu laik devlet rejimlerine karşı mücadele ederek, ABD’ye hizmet etmemeleri halinde, devlet olarak yaşamaya devam edemeyeceklerini biliyorlar.

Koalisyonun evrimi

Anılan bu dört güç, Şubat 2011 – Haziran 2012 dönemi, savaşın ilk başlarında işbirliğine gitmişlerdi. Bu süreçte dördüncü kuşak bir stratejinin izlendiği anlaşılıyor: Özel kuvvetlerden birkaç grup, belirli yerlerde olayların çıkması ve pusu kurulması faaliyetlerini organize ederken, Atlantik ötesi ve Körfez monarşileri televizyon kanalları, halkın demokratik devrimini bastıran Alevi bir diktatörün görüntülerini ekranlarına taşıyorlardı. Bu amaç uğruna harcanan büyük paralar ve seferber edilen askerler onlar için pek önemli değildi. Çünkü her birinin, Suriye Arap Cumhuriyeti yıkılması halinde, ganimetin bir kısmını alma düşüncesi vardı.

Suriye halkı 2012’in başından itibaren, Cumhurbaşkanı Beşar Esad yönetimi çocuklarına işkence ettiği ve Suriye Cumhuriyetinin Lübnan tarzında mezhebi bir rejime dönüşeceği konusunda kuşku duymaya başladı. Baba Amr İslam Emirliği Tekfirciler merkezi, operasyonun başarısızlığa uğramasını bekledi. Fransa güçleri daha sonra, krizden çıkmanın bir yolu bulunmasını ve daha önce Suriye’de esir alınmış subayların serbest bırakılmasını müzakere etti. ABD ve Rusya yönetimleri, İngiltere ve Fransa’nın daha önceki yerini alma ve 1916’da yapılan Sykes-Picot anlaşması gereği Londra ve Paris’in Ortadoğu coğrafyasını paylaştıkları gibi, bölgenin paylaşım görüşmelerine başladılar.

İşte tam da bu aşamadan sonra, oluşturulan koalisyon işlemez hale geldi. Peş peşe yaşanan başarısızlıklar nedeniyle, koalisyonun kazançlı çıkmayacağı anlaşıldı.

Fransa yönetimi, Haziran 2012’de, büyük bir tantana ile koalisyonun en önemli toplantısını Paris’te organize ederek Suriye’ye savaşını başlatmış oldu. Devlet Başkanı François Hollande konuşma metni, muhtemelen İsrailliler tarafından İngilizce olarak kaleme alındı ve sonra Fransızcaya çevirisi yapıldı. ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve Büyükelçi Robert S.Ford (John Negroponte tarafında yetiştirilen) tarihin en büyük üstü örtülü savaşına giriştiler. Daha önce Nikaragua’da olduğu gibi, özel olarak teşkil edilmiş ordular, bölgeye sevk edilen paralı askerleri seferber ettiler. Ancak bu defa, paralı asker kadroları cihatçı sürüsünü eğitmek üzere ideolojik bir çevreye alındılar. ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, Dış İşleri Bakanlığı ve CIA’da olup bitenler üzerine dönünce, Suriye’de yapılan operasyonların gözetimini ihmal etmiş oldu. Yürütülen savaşın maliyeti şaşırtıcı derece yüksek oldu. Ancak, ABD, Fransa ve Türkiye devlet hazineleri dikkate alındığında, bu maliyetin anılan devletler için pek de önemli olmadığı anlaşılıyor. Çünkü finansmanı Suudi Arabistan ve Katar Emirliği tarafından sağlanmıştı.

Atlantik ötesi ve Körfez monarşileri basınına göre birkaç yabancı unsur “Suriye demokratik devrimine” destek vermek üzere bölgeye gelmişlerdir. Oysa savaş alanı dikkate alındığında, herhangi bir “demokratik devrim” söz konusu olmayıp, “Barışçıl Devrim” sloganı atan bazı fanatik gruplar vardır: “Beyrut’taki Hıristiyanlara, Alevilere ölüm” [1] veya “Hizbullah’a hayır, İran’a hayır, Allah’tan korkan bir Cumhurbaşkanı istiyoruz” [2] sloganı atan gruplar. Suriye Arap Ordusu verilerine göre, gelen yabancıların sayısı birkaç bin olmayıp, 250.000 cihatçı savaşmak üzere Suriye giriş yapmış ve Temmuz 2012’den Temmuz 2014’e kadar olan dönemde çoğu da ölmüştür.

Başkan Obama’nın yeniden seçildikten hemen sonra, CIA Direktörü General David Petraeus’u istifa etmeye sevk etmiş ve yeni yönetim kadrolarını tayin etme sırasında Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’dan kurtulmanın yollarını aramıştı. Öyle ki, 2013 yılı başında Koalisyon, sahadaki uygulamada, Fransa ve Türkiye güçlerine dayalı olarak faaliyet gösteriyordu. ABD ise en az oranda katkıda bulunuyordu. Bu dönem tam da Suriye Arap Ordusunun işgal altındaki topraklarını yeniden fethetmek üzere beklediği zaman oldu.

Françoi Hollande, Tecep Tayyip Erdoğan, Hillary Clinton ve David Petraeus laik Suriye Cumhuriyetinin devrilmesini beklediler. Üst düzey Fransız subaylarının da görev alabileceği, doğrudan Türkiye’nin güdümünde, Sünni bir rejimi iktidara taşıma hesabını yaptılar. On dokuzuncu yüz yıl siyasetinden miras kalma bir yönetim modeliydi ve hiçbir şekilde ABD çıkarlarına hizmet etmiyordu.

Demokrat Başkan Obama, Demokrat ve Cumhuriyetçi Savunma Bakanları, Leon Panneta ve Chuck Hagel, politik kökenleri itibariyle farklı bir siyaset vizyonuyla harekete geçtiler: Bakanı Panetta, Baker-Hamilton Komisyonu kökenlidir, Obama ise, bu komisyonun programı üzerine iktidara gelmiştir. Onlara göre ABD, Akdeniz coğrafyasındaki anlamıyla, kolonyal bir güç değil ve olmaması gerekir. Yani, ABD yönetiminin, herhangi bir ülkeye koloniler kurarak, o ülkeyi yönetme faaliyetine girişmemesi gerekiyor. Bush dönemi Irak’taki yönetim deneyimi, yatırımlar üzerine yansımaları dikkate alındığında, çok pahalıya mal olmuştu. Aynı politikanın tekrar izlenmemesi gerekiyordu.

Fransa ve Türkiye yönetimleri, 2013 yılı yaz aylarında Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı konusunu gündeme getirerek, ABD güçlerrinin Suriye’ye geniş kapsamlı bir bombardıman faaliyetine girişmeye sevk etmelerinden sonra, Beyaz Saray ve Pentagon kontrolü yeniden ele almaya karar verdiler. ABD yönetimi, 2014 Ocak ayında kapalı bir oturumla Kongreyi topladı. Irak devletinin üçe bölünmesini, Kürt bölgesini Suriye’den ayrılmasını içeren bir plan kararını aldı. Bu kararın gereği yapılabilmesi için, ABD Ordusunun, Uluslararası Hukuk kurallarına göre yapamayacağı işi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip bir cihatçı grubu finanse ederek, silahlandırma kararını aldı: yani, etnik temizlik yapmak.

Başkan Obama ve ABD silahlı güçleri, “Genişletilmiş Ortadoğu” projesinin yeniden düzenlenme konusunu kendilerine hedef seçmediler. Ancak, bu projeyi, bölgedeki doğal kaynakların kontrolünü sağlama aracı olarak gördüler. Klasik bir konsepte göre harekete geçtiler; Jimmy Carter (39.Başkan,1977-1981) döneminden beri izlenen ABD devlet politikasını uygulayarak, yeni devletler kurmak marifetiyle birilerine krallık veya cumhurbaşkanlık makamlarını ihdas ederek değil de, bölgede hüküm sürmek üzere ülkeleri parçalama siyasetini izlediler.

ABD Başkanı Jimmy Carter, 23 Ocak 1980 tarihinde, ABD’nin ulusal çıkarları konusunda yaptığı bir konuşmasında, adını taşıyan bir doktrin (Carter doktrini) uygulamaya koydu: ABD yönetimi, Körfez ülkeleri hidrokarbür yataklarının işletilmesi ABD ekonomisi için gerekli ve kullanımına hazır olarak beklediği şeklinde değerlendirmesini yaptı. Şöyle ki “her kim ki bu politikaya itiraz ederse, bu itiraz ABD’nin yaşamsal derecede çıkarlarına saldırı olarak dikkate alınacak ve böylesi bir saldırıya karşı, askeri güç kullanma seçeneğinin de söz konusu olduğu, gerekli her türlü araçla mücadele edilecek”. Washington yönetimi zamanla, izlenen bu politika enstrümanı, CentCom (Merkezi Komutanlık) icraatlarının getirebileceği fayda konusunda fikir değiştirdi ve faaliyet alanını Afrika Boynuzuna kadar yaygınlaştırdı.

Bu nedenle, Koalisyon güçlerinin şimdilerdeki bombardıman faaliyetinin, ilk başlardaki izlenen, Suriye Arap Cumhuriyetinin yıkılması politikasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Koalisyonun “terörle mücadele” ilanıyla da herhangi bir bağı yok. Bombardıman kampanyası, gerektiğinde bölgede yeni devletlerin kurulmasını da içerecek şekilde (ama gerekli olmadığı anlaşılıyor), ABD çıkarlarını savunmak üzere düzenleniyor.

Pentagon, Suudi Arabistan ve Katar Emirliğine ait bazı uçaklarla, sembolik olarak yardım ediyor. Ama Fransa ve Türkiye uçakları katılmıyor. Havadan 4000’den fazla sorti gerçekleştirdiği iddia ediliyor, oysa sadece 300 kadar cihatçı savaşçının öldüğü tahmin ediliyor. Resmi söylemi dikkate alacak olursak, 13’ten fazla saldırı oldu ve bir cihatçının öldürülmesi için kaç adet bomba ve füzenin kullanıldığı kimse bilmiyor. Tarihin en maliyetli ve en gereksiz hava saldırı kampanyası düzenlendi. Akıl yürütme yoluyla konuyu düşünecek olursak, Deash/IŞİD örgütünün Irak’a saldırması petrol fiyatları üzerinde bir manipülasyon olduğunu görürüz; petrol varil fiyatı 115 dolardan, 83 dolara düştü. Bu oran , % 25 düşüşe karşılık geliyor. Meşru yollardan Irak Başbakanı olarak seçilen Nuri El-Maliki, ülkesinde çıkan petrolün yarısını Çin’e satıyordu. Damgalandı ve iktidardan indirildi. Daesh/IŞİD organizasyonu ve Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi de petrol satışlarında azalma oldu ve ihracat kalemleri % 70’e indi. Çin menşeli petrol şirketlerinin kullandıkları tesisler tamamıyla yıkıldı. Irak ve Suriye petrol ürünleri fiilen Çinli alıcılardan uzak tutularak, ABD’nin kontrol ettiği uluslararası pazara yeniden entegre edildi.

Bu hava saldırı kampanyası “Carter Doktrininin” doğrudan uygulamaya konulması ve Çin Halk Cumhuriyeti Başkanı Xi Jinping’in uluslararası pazara girmeksizin, ülkesinin ihtiyaç duyduğu hidrokarbür ürünlerini karşılamak üzere ikili anlaşmaları yapmasını engelleme stratejisi gereğidir.

Geleceği öngörmek

Bu analizden, şöyle sonuçları çıkarabiliriz:

 ABD yönetimi, bugünkü konjonktür şartlarında, petrolün kendi kontrolündeki pazara verilmesi gibi stratejik çıkarları söz konusu olması haricinde, herhangi bir savaşı kabul etmiyor. Konuya bu açıdan bakılırsa, ABD yönetimi, Rusya ile değil, ama Çin ile savaşa girebilir.

 Fransa ve Türkiye yönetimlerinin bölgeye ilişkin yeniden kolonizasyon hayalleri gerçekleşmeyecek. Fransa yönetimi, AfriCom’un (ABD, Afrika Komutanlığı) Kara Kıtada kendisine tanıdığı rolü düşünmesi gerekiyor. Fransa hükümeti, Çin’e yaklaşmaya çalışan bütün devletler üzerinde hüküm sürmeye girişebilir (İvoire Sahili, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti) ve “Batı” düzenini o bölgelerde yeniden inşa edebilir. Ancak, Kolonyal İmparatorluğu yeniden asla kuramayacak [3]. Türkiye’ye gelince, bu atmosferde sesini yükseltmemesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, işin doğasına ters gelen bir durum, Müslüman Kardeşler ile Kemalistler arasında bir ittifak kurmasını başarsa bile, yeni Osmanlıcılık hayalinden vazgeçmesi gerekiyor. NATO üyeliği sıfatıyla Türkiye, Yunanistan’da Gergios Papandreou ve Türkiye’de Bülent Ecevit hükümetleri döneminde olduğu gibi, ABD yanlısı bir askeri darbe kurbanı olmaya yatkın bir ülke olduğunu unutmaması gerekiyor.

 Suudi Arabistan Hanedanlığı ve Katar Emirliği, Suriye Arap Cumhuriyetinin devrilmesi uğruna boşuna harcadıkları milyar dolarları hiç bir zaman Türkiye için tahsis etmeye yanaşmayacaklar. Türkiye’de olası toplumsal bir alt üst olma durumundan sonra, belki yeniden inşaat faaliyetlerinin bir kısmına katılabilirler. Suudi Hanedanlığı ABD’nin ekonomik çıkarları gereğini yerine getirmeye devam edecek. Ancak, bölgede büyük çaplı savaşların önlenmesi yönünde çaba gösterilmesinden imtina edecek. Suudi Arabistan Krallığı, Washington yönetiminin her zaman, Hanedan ailesinin kendi mülkü olarak gördüğü Arabistan’ı bölme kararını alabileceğinin farkında olması gerekiyor.

 İsrail yönetimi, kısa vadeye yönelik, el altında Irak’ın gerçekten üçe bölünmesini teşvik edebilir. Güney Sudan’da daha önce gerçekleştirdiği gibi, Irak Kürdistan’ını kurdurabilir. Kuzey Suriye ile birleştirebilmesi düşük bir ihtimal görünüyor. İsrail yönetiminin, Birleşmiş Milletlerin Geçici Gücünü (FINUL) Güney Lübnan’dan alabilmesi ve Suriye sınırında olduğu gibi, Birleşmiş Milletler Salınımı Gözetleme Gücü (FNUOD) yerine El-Kaideyi ikame etmesi pek olası görünmüyor. Ancak, 66 yıllık devlet tarihiyle İsrail, büyük girişimde bulunup, ama az kazanım elde etmeye alışık. Suriye ile yürütülen savaşta ve Koalisyonu oluşturan taraflar arasında aslında kazanan tek aktör. Komşusu Suriye’yi uzun yıllara yönelik yalnızca zayıflatmadı, aynı zamanda, Suriye’nin kimyasal cephanelik oluşturmasını engellemiş oldu. Öyle ki, bugün artık dünyada, ileri düzeyde atom silahları cephaneliğine, kimyasal ve biyolojik silahlar cephaneliğine sahip tek ülke İsrail oluyor.

 Irak Devleti bugün artık fiilen üç ayrı devlete bölündü: İslam Halifeliği uluslararası camia tarafında tanınmayacak. İlk bakışta, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılmasına engel olabilecek kimse görünmüyor. Aksi takdirde, Kerkük petrol sahaları da dâhil olmak üzere, idari tanımlamasına göre % 40 oranında topraklarında genişleme sağlamasını nasıl açıklayabiliriz. Halifelik yerine bir süre sonra tedricen, muhtemelen Daesh/IŞİD örgütünden “ayrılan” kişilerin yöneteceği, ancak yönetilen halka daha az eziyet edileceği Sünni bir devlet ortaya çıkacak. El-Kaide eski savaşçılarının, en ufak bir itiraz olmaksızın, iktidara getirildiği Libya sürecinde olduğu gibi.

 Suriye’de barış ortamı yeniden tesis edilecek ve uzun zaman gerektiren yeniden imar sürecine odaklanılacak. Suriye yönetimi, ülkesini yeniden imar edilmesi amacıyla Çin inşaat firmalarına yönelebilir. Ancak, Pekin yönetimini hidrokarbür ürünlerinden uzak tutmayı tercih edecek. Petrol sanayisini yeniden inşa etmek ve doğalgaz yataklarını işletebilmek amacıyla Rusya firmalarına yönelebilir. Suriye’yi transit geçecek boru hatları konusu Rusya ve İran’dan alacağı desteğe bağlı olacak.

 Lübnan Daesh/IŞİD örgütü tehdidi altında varlığına devam edebilir. Ancak, bu organizasyonun terörist faaliyetlerden başka bir rolü olmayacak. Cihatçı örgütler, anarşi batağına sürüklenmiş bir devletin siyasi faaliyetlerini dondurma aracı olarak işlev görecekler.

 Rusya ve Çin yönetimleri, yerel halklara merhamet etmeleri için değil, ancak, Daesh/ IŞİD enstrümanı gelecekte kendilerine karşı kullanılacağından dolayı, Irak, Suriye ve Lübnan’da Daesh organizasyonuna karşı hemen mücadele girişimde bulunmaları gerekiyor. Daesh örgütüne, finansmanını sağlayan Suudi Prensi Abdul Rahman ve operasyonları yöneten Halife İbrahim komutanlık ediyorlar. Esas yönetici kadrolarının hepsi de askeri istihbarat servisleri üyesi olup, Gürcistan vatandaşı ve bazen de Türkçe konuşan, Çin vatandaşlığı olan kişilerdir. Gürcistan Savunma Bakanlığı, bu konudaki fikrini değiştirmeden önce, cihatçılara eğitim verildiği kamplara ev sahipliği yapıldığını kabul etmişti. Moskova ve Pekin yönetimleri, mücadele etme konusunda kaygı taşıyorlarsa, Kafkasya’da, Fergana vadisinde (Özbekistan) ve Xinjiang’da (Sincan Uygur Özerk Bölgesi) Daesh/IŞİD organizasyonuna karşı mücadele vermeleri gerekiyor.

Çeviri
Nizamettin Karabenk

[1«Barışçıl devrim » buradaki anlamı itibariyle, Sünni kesime herhangi bir kötülük gelmeyecek

[2Savaşın başından itibaren, Hizbullah Suriye’de yoktu. Ancak, Suriye Arap Cumhuriyeti, saldırgan İsrail ile olan savaşında, askeri olarak Hizbullah’a destek veriyordu. Hizbullah güçlerinin Suriye dışına alınması söz konusu değildi, ancak, direniş hareketine destek çıkmasına son verilmesi.

[3Daha sonra kaleme alacağım bir makalede, Suriye’de gizli görev yapmak üzere gönderilen Fransa Yabancı Lejyon subaylarının varlığı konusunu ele alacağım. Nisan 2014’te yedi subay, El-Nusra Cephesine (El-Kaide) ait, Katiba silahı talimi verdikleri ve Milan füzelerini yönettikleri sırada öldürüldüler.