18 Mart 2016’daki basın toplantısı sırasında, Avrupa Birliği Başkanı Donald Tusk (Almanya’nın çıkarlarını koruyan bir Polonyalı), müstehzi Türk Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun bol neşesi karşısında öfkelenen Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker’i (ABD’nin çıkarlarını koruyan bir Lüksemburglu) yatıştırmayı deniyor.

« Demokrasi bizim için bir tramvaydır, istediğimiz durağa gelince ineriz.»
Recep Tayyip Erdoğan (1996)

17 ve 18 Mart 2016 tarihli Avrupa Konseyi, Türkiye’den gelen göçmenlerin kitlesel akının yarattığı sorunu çözmeyi hedefleyen bir planı kabul etti [1]. 28 Devlet ve hükümet başkanı Ankara’nın taleplerine boyun eğdi.

ABD’nin Avrupa Birliği’ni zayıflatmak için Ortadoğu’daki olaylardan nasıl yararlanmayı düşündüğünü daha önce analiz etmiştik [2]. Bugünkü « mülteci » krizinin başlangıcında, hem bu olayın kasıtlı olarak kışkırtıldığını, hem de bunun doğuracağı çözülmesi imkansız sorunları ilk olarak biz gözlemlemiştik [3]. Ne yazık ki, yaptığımız tüm analizler doğru çıktı ve o dönemde bizi eleştirenler bugün bizim tutumumuzu fazlasıyla benimsiyor.

Biraz daha ileriye giderek, Türkiye’nin oyuna nasıl hakim olduğunu ve hep geç kalmakta ısrar eden Avrupa Birliğinin körlüğünü incelemek istiyoruz.

Recep Tayyip Erdoğan’ın tezgahı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, diğerlerine benzemeyen bir siyasetçi. Avrupalıların, ne halklarının ne de yöneticilerinin bunun pek bilincinde olmadıkları görülüyor.

• Birincisi, Mısır’daki Müslüman Kardeşlere bağlı pantürkist ve Halifeliğin yeniden kurulmasını isteyen İslamcı bir hareket olan Milli Görüş kökenlidir [4]. Ona göre, -Milliyetçi Hareket Partisi’ndeki (MHP) müttefiklerinin de düşündüğü gibi- Türkler, dayanıklılığını ve duyarsızlığını paylaştıkları Orta Asya stepleri kurdunun çocukları olan Moğol Atilla’nın torunlarıdır. Dünyayı yönetme görevi verilmiş üstün bir ırkın çocuklarıdır. Temel düsturları İslam’dır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Nazi Aryanizmiyle çok örtüşen, etnik üstünlüğe dayalı bir ideolojiyi savunan dünyadaki tek devlet başkanıdır. Aynı zamanda, başta Sultan II. Abdülhamit tarafından gayrimüslimlerin katledilmesi (1894-95’teki Hamidiye Katliamları: en az 80 000 Hıristiyan öldürülmüş ve 100 000 Hıristiyan kadın zorla haremlere dahil edilmiştir) ve Jön Türkler tarafından, aralarında daha sonra Auschwitz toplama kampının müdürü olan Rudolf Höß’ün de bulunduğu Alman subaylarının yardımıyla uygulanan (1915 ila 1923 yılları arasında Ermeni, Süryani, Keldani, Arami, Rum Pontus ve Yezidilerin soykırımı: en az 1 200 000 ölü) soykırım [5] olmak üzere, geçmişindeki suçları inkar eden de tek devlet başkanıdır.

Devlet Başkanı Vladimir Putin, Nazi kabusundan kurtuluşlarının 70nci yıldönümünü kutlarken, « etnik üstünlük ve ötekileştirme düşüncülerinin tarihin en kanlı savaşlarına neden olduğunun » altını çizdi [6]. Sonra bir yürüyüş sırasında –Türkiye’nin adını vermeden-, bütün Rusları, insanlar arasındaki eşitlik ilkesini savunmak için gerektiğinde atalarının yaptığı fedakarlığı tekrarlamaya hazır olmaya çağırdı.

• İkincisi, halkının üçte biri tarafından desteklenen Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkesini tek başına baskıyla yönetiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meşruluğunu sorgulayan her türlü haberin yayınlanması artık Devletin güvenliğine yönelik saldırı olarak kabul edilip doğrudan cezaevine kapatılmaya yol açtığından, artık Türk halkının tam olarak ne düşündüğünü bilmek imkansızdır. Öte yandan, Ekim 2015’te yapılan son araştırmaları dikkate alırsak, seçmenlerin sadece üçte biri onu destekliyor. Bu, o dönem oyların %43’ne sahip olan Nazilerin 1933’te aldıkları destekten çok daha azdır. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan son milletvekili seçimlerini ancak büyük hilelerle kazanabilmiştir.

Bunların dışında:

 Muhalif medya kuruluşlarının sesi kısılmıştır: Hürriyet ve Sabah gazeteleri ve ATV televizyon kanalı iktidar partisinin fedaileri tarafından saldırıya uğramıştır; gazeteciler ve basın kuruluşları « terörizmi » desteklemek ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret içeren görüşler açıkladıkları gerekçesiyle açılan soruşturmalarla hedef alınmıştır; internet sitelerine erişim engeli getirilmiştir; sayısal hizmet sağlayıcıları muhalif televizyon kanallarına kapılarını kapatmıştır; beş ulusal televizyon kanalından devletin televizyon kanalı da dahil üçü, programlarıyla açıkça iktidar partisini desteklemektedir; diğer ulusal televizyon kanalları olan Bugün TV ve Kanaltürk polis tarafından kapatılmıştır.

 Bir yabancı devlet, Suudi Arabistan, seçmenleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı desteklemeye « ikna etmek » için 7 milyar lira (yaklaşık 2 milyar euro) harcamıştır.

 Bir sol partinin (HDP) 128 irtibat bürosu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partisinin fedailerinin saldırısına uğramıştır. Birçok aday ve ekipleri dövülmüştür. Kürtlere ait 300 dükkan talan edilmiştir. Seçim kampanyası boyunca birçok HDP adayı yakalanmış ve gözaltına alınmıştır.

 Seçim kampanyası boyunca, gerek bombalı saldırılarda, gerekse hükümetin PKK’yı hedef alan baskısı nedeniyle 2 000’den fazla muhalif öldürülmüştür. Ülkenin güney-doğusundaki birçok köy ve mahalle ordunun tanklarınca kısmen yerle bir edilmiştir.

Erdoğan’ın « seçilmesinden » sonra, ülkenin üzerine gerçek bir karabasan çökmüştür. Ulusal basını aracılığıyla Türkiye’nin durumu hakkında bilgi sahibi olmak imkansız hale gelmiştir. Başlıca muhalif gazetelerden Zaman’a kayyum atanmış ve bundan böyle sadece « Sultan » Erdoğan’a methiyeler düzmektedir. Ülkenin doğusunu harabeye çeviren iç savaş, Avrupa’nın topyekun kayıtsızlığı altında, bombalı saldırılarla Ankara ve İstanbul’a yayılmaktadır [7].

Bay Erdoğan, içlerinde Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun da bulunduğu çevresindeki küçük grupla birlikte, ülkeyi hemen hemen tek başına yönetmektedir. Seçim kampanyası süresince Anayasa’ya uymayacağını ve bundan böyle tüm iktidarın kendisinde olduğunu kamuoyu önünde açıklamıştır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 14 Mart 2016’da Kürtlere « demokrasi, özgürlük ve hukuk devletinin artık hiçbir değerinin kalmadığını » açıklamıştır. « Türklerin düşmanı » olan herkesi -yani üstünlükçü düşüncelerine muhalefet eden Türkleri ve Türk olmayanları- içine alacak şekilde, « teröristin » yasal tanımını genişletme niyetinde olduğunu açıklamıştır.

Recep Tayyip Erdoğan, bir buçuk milyar Euro karşılığında, dünya tarihinde bir Devlet başkanının kullandığı en büyük sarayı inşa ettirmiştir. Partisinin rengine göndermeyle « ak saray » olarak adlandırılan yapı, 200 000 metrekareye yayılıyor ve uydularla doğrudan bağlantılı ultra modern güvenlikli sığınaklar da dahil olmak üzere her türlü hizmeti kapsıyor.

• Üçüncüsü, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk Devletini uluslararası cihatçılığın babası yapmak için anayasaya aykırı bir şekilde kendisine tanıdığı yetkileri kullanıyor. Aralık 2015’te, Türk adaleti ve polisi Bay Erdoğan ve oğlu Bilal’in, El Kaide’nin küresel bankacısı Yasin el-Kadı ile kişisel bağlarını ortaya çıkarmayı başardı. Yasin el-Kadı ve Devlet, sol eğilimli gazete BirGün’e, benim « Nato’nun ebedi yedek gücü El Kaide » adlı makaleme gazetelerinde yer verdikleri için dava açarken, Erdoğan el Kadı soruşturmasını açan polis ve savcıları « Türkiye’nin çıkarlarını hedef almaya » kalkıştıkları için görevlerinden uzaklaştırdı.

Geçen Şubat ayında, Rusya Federasyonu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine, Türk Devletinin birçok BM kararını ihlal ederek uluslararası cihatçılara verdiği desteği ortaya koyan bir istihbarat raporu teslim etti [8]. Söz konusu suçlamalarla ilgili olarak yayınladığım ayrıntılı inceleme Türkiye’de hemen sansür edildi [9].

Avrupa Birliğinin cevabı

Avrupa Birliği, Kasım 2015 milletvekili seçimlerini izlemek için bir heyet gönderdi. Uzun süre raporunu açıklamayı erteledikten sonra, AB nihayet hafifletilmiş kısa bir sürümünü yayınlamaya karar verdi.

Göçmenlerin kitlesel olarak ülkelerine girişine sert tepki veren kendi halklarının tepkisi –ve bunun sonucu olarak Almanlar için asgari ücretin yürürlükten kaldırılması- karşısında paniğe kapılan Birliğe üye 28 Devlet ve hükümet başkanı, Türkiye ile sorunlarını çözmesi için bir sürecin uygulanması konusunda mutabık kaldılar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, hemen bulunan çözümün uluslararası hukuka aykırı olduğunu ama durumun iyileştirilebileceğini de varsayarak, temel sorunun burada olmadığını açıkladı.

Avrupa Birliği aşağıda taahhütlerde bulundu:

 Yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için yardımcı olmak amacıyla, bu fonların kullanımını denetleme mekanizması olmaksızın, Türkiye’ye yıllık olarak 3 milyar Euro ödenmesi;

 Türk vatandaşlarına Birlik ülkelerine [10] seyahatlerinde vize uygulamasına son verilmesi –bu artık aylar sürecek bir süreç değil, birkaç hafta içerisinde çözümlenecek-;

 Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik müzakerelerinin hızlandırılması –bu ise çok daha uzun sürecek ve gelişigüzel olacak-.

Başka deyimlerle, Angela Merkel’in yakın zamanda yaşadığı seçim bozgunuyla [11] körleşen Avrupalı liderler, sorunun asıl kaynağına yönelmeden ve cihatçıların bu hareketle sızmasını dikkate almaksızın, göçmen akınını yavaşlatmak için geçici bir çözüm bulmakla yetindiler.

Biz ne yaptık böyle?

Münih örneği

30’lu yıllarda, Avrupa ve ABD’li seçkinler, SSCB’nin ortaya koyduğu örnekle sınıf çıkarlarını tehdit ettiğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla da, hepsi de Doğu Avrupa’nın sömürgeleştirilmesi ve Slav halklarının ortadan kaldırılmasına yönelik Nazi tasarısını destekliyorlardı. Moskova’nın Nazizm’e karşı geniş bir ittifak kurulması yönündeki sayısız çağrısına rağmen, Avrupalı yöneticiler, Südetlerin yaşadığı bölgelerin işgali de dahil Şansölye Hitler’in tüm taleplerini kabul ettiler.1938’deki Münih Anlaşmasıyla SSCB kendi başının çaresine bakmaya karar verdi ve kendi hesabına Alman-Sovyet anlaşmasını imzaladı (1939). Çok sonra, fazlasıyla gecikmiş bir şekilde önce bazı Avrupalı, ardından da ABD’li liderler hata yaptıklarını anladılar ve Nazilere karşı Moskova ile ittifak yapmaya karar verdiler.

Gözlerimizin önünde aynı hatalar tekrarlanıyor. Avrupalı seçkinler Suriye Cumhuriyetini, ya İsrail’in sömürgeci bakış açısını savundukları için, ya da bölgeyi doğrudan kendileri yeniden sömürgeleştirip, henüz işlenmemiş devasa gaz rezervlerine sahip olmak için Suriye’yi rakip olarak kabul ettiler. Böylece ABD’nin « rejim değişikliğine » yönelik gizli operasyonunu desteklediler ve safça « Arap Baharı » masalına inanıyormuş gibi yaptılar. Beş yıl süren vekalet savaşı sonrasında, bin kere istifa ettiği söylentisinin yayılmasına karşın Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın hala yerinde kaldığını tespit eden Avrupalılar, Türklerin cihatçılara verdiği desteği yıllık 3 milyar Euro’yla finanse etmeye karar verdiler. Bu destek, onların mantığıyla, cihatçıların zafer kazanmasını sağlayacak ve dolayısıyla da göçlere son verecek. Bunun böyle olmadığını kısa süre sonra anlayacaklar ama artık çok geç olacak [12]; Türk vatandaşlarına uygulanan vizeyi kaldırarak, Türkiye’deki El Kaide kamplarıyla Brüksel arasında serbest dolaşımı sağlamış olacaklar [13].

1938’de Şansölye Hitler’in iyi niyetine güveniyorlardı, bugün ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ınkine.

Çeviri
Murat Özdemir

[2« La cécité de l’Union européenne face à la stratégie militaire des États-Unis », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 27 Nisan 2015.

[3« La fausse "crise des réfugiés" », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 7 Eylül 2015.

[4« Vers la fin du système Erdoğan », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 15 Haziran 2015.

[5« La Turquie d’aujourd’hui poursuit le génocide arménien », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 26 Nisan 2015.

[7« L’Union européenne a abandonné ceux qui se battent pour défendre les libertés en Turquie », par Can Dündar, Le Monde (France) , Réseau Voltaire, 18 Mart 2016.

[9Türkiye cihatçılara nasıl destek veriyor?”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Osman Soysal, Réseau Voltaire Sitesi, 23 Şubat 2016.

[10Roadmap towards a visa-free regime with Turkey”, Voltaire Network, 16 Mart 2016.

[11Alternative für Deutschland nimmt kein Blatt vor den Mund“, von Ian Blohm, Übersetzung Horst Frohlich, Strategic Culture Foundation (Russland) , Voltaire Netzwerk, 12. März 2016.

[12« Lettre ouverte aux Européens coincés derrière le rideau de fer israélo-US », par Hassan Hamadé, Réseau Voltaire, 21 Mayıs 2014.

[13Israeli general says al Qaeda’s Syria fighters set up in Turkey”, Dan Williams, Reuters, 29 Ocak 2014.