ABD, 26 Mart 2019’da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki taahhüdünden geri dönmekte ve istisnacılığını ortaya koymaktadır: Golan bölgesinin İsrail tarafından fethedilmesini tanımaktadır.

Başkan George W. Bush’un (Oğul) eski BM büyükelçisi ve bugün Başkan Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı John Bolton, Birleşmiş Milletlerin belirli bir görünüşüne karşı çıkar. Ona göre herhangi birinin ülkesini herhangi bir konuda zorlaması mümkün değildir. Bu nedenle, New York’taki Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş süper güç, uluslar arasındaki hukuku buyuran bir küresel yönetim oluşturmakla birlikte, ABD’ye hiçbir şeyi dayatamamaktadır.

« İstisnacılık » olarak adlandırılan bu görüş, dünyanın geri kalanı bunun farkına varmasa da daima Washington tarafından sahiplenilmiştir [1]. Bugün de özel bir uluslararası bağlamda ortaya çıkmaktadır ve alışa geldiğimiz dünyayı altüst edecektir.

ABD « istisnacılığı » kaynağını « Pilgrim Atalar » efsanesinden almaktadır. Tehlikeli fanatikler olarak görüldükleri İngiltere’deki baskılardan kaçan Püritenler, önce Hollanda’ya, ardından da Mayflower gemisiyle Amerika’ya sığınırlar (1620). Burada Tanrı korkusunu temel alan yeni bir toplum kurarlar. Bu, « ilk demokratik ulus », dünyayı aydınlatması gereken « tepenin üzerindeki ışık »tır. Amerika Birleşik Devletleri, diğerleri için aynı zamanda bir « örnektir » ve dünyayı Tanrısal Buyruğa tabi kılma « misyonuna » sahiptir.

Tabi ki tarihsel gerçeklik bu anlatımdan çok farklıdır, ama konumuz bu değildir.

İki asırdan beri, tüm ABD başkanları istisnasız bir şekilde bu tarihsel sahteciliği referans almışlardır. Bunun gereği olarak,
 İç hukukta uygulamak zorunda kalmamak için anlaşmaları çekinceler koyarak müzakere etmekte, imzalamakta ve onaylamaktadırlar;
 Kendileri « Tanrısal Buyruğa » boyun eğerken, düşmanlarının bunu yapmayı reddettiğine peşinen hükmetmekte ve dolayısıyla da onları kendilerinden daha da sert bir şekilde kınamaktadırlar (çifte standart);
 İçişlerine uygulanan her türlü uluslararası yargıyı reddetmektedirler.

Bu tutum, açık fikirli olduklarına inandıkları halde diğerlerinin özgüllüklerini anlamak için hiçbir çaba sarf etmeyen Avrupalıları yanıltmaktadır. Bu şekilde, ABD’nin Paris İklim Anlaşmasını onaylamayı reddetmesini, Başkan Trump’ın varsaydıkları gericiliğine bağlamaktadırlar. Bu, gerçekte Washington’un istikrarla sürdürdüğü bir tutumdur. 2015’teki Paris İklim Anlaşmasından önce, 1997 yılındaki Kyoto Protokolü de aynı şekilde Washington tarafından reddedilmiştir. ABD, yurttaşlarına bir davranış tarzını dayattığı için, yazımı sürecine de katıldığı bu protokolü imzalamamaya kararlıydı. Başkan Clinton, Birleşmiş Milletler ile bazı çekinceleri müzakere etmeyi denese de başarılı olamadı. Bunun üzerine Protokolü imzaladı ve onay için Senatoya gönderdi. Senato, oybirliğiyle –Cumhuriyetçilerin ve Demokratların– protokolü onaylamayı reddetmiş ve böylece yeniden müzakere edilmesi için ona bir imkan tanımıştır. İç hukukta ter türlü uluslararası yargı talimatına yönelik bu ret tavrı, ABD’nin ne Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşmasının hedefini – atmosfer kirliliğini azalmak – kabul etmediği, ne de iç hukuk hariç bu yönde karar almadığı anlamına gelmemektedir.

Ne olursa olsun, istisnacılık, ABD’nin « başka yerde benzeri olmayan bir ulus » olduğu anlamına gelmektedir. Kendi evlerinde kendilerini bir örnek demokrasi olarak görmekte, ama hiçbir durumda kendilerini demokratik olarak değerlendiremeyecek olan diğerleriyle kendileri eşit görmeyi reddetmektedirler. Soğuk Savaş süresince, düşmanları bunu dikkate almazken, Müttefikler bu kültürel niteliği görmezden gelmeyi tercih ettiler. Sovyetler Birliğinin yok oluşundan Batı’nın çöküşüne kadar dünya çok kutuplu iken bu özgüllük tartışılmamıştır. Ancak bugün, ortak güvenlik sistemini yok etmektedir.

Bu arada dünyanın başka iki Arap devletinin de ABD istisnacılığına yakın bir doktrine sahip olduğunu belirtelim: İsrail ve Suudi Arabistan.

Bu bağlamı ortaya koyduktan sonra, Golan Platosunun egemenliği konusunun barutu nasıl ateşlediğini inceleyelim.

ABD ve Golan

Altı gün savaşının (1967) sonunda İsrail, Suriye’ye ait Golan platosunu işgal etti. Güvenlik Konseyinin « savaş yoluyla toprak kazanılmasının kabul edilemez olduğunu altını çizen » 242 sayılı kararı « İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmalar sırasında işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini » emretmektedir [2].

Knesset, 1981 yılında, tek taraflı olarak bu kararı ihlal ve Golan Platosunu ilhak etme kararı aldı. Güvenlik Konseyi, buna, İsrail’in bu yasasının « uluslararası düzeyde geçersiz ve yok hükmünde » olduğunu ilan eden 497 sayılı kararla yanıt veriyordu [3].

Birleşmiş Milletler 38 yıl boyunca bu kararları uygulatmayı başaramazken, bunlar tartışmaya açılmamış ve ABD tarafından her zaman desteklenmiştir.

Oysa ABD, 26 Mart 2019’da, işgal altındaki Golan’da İsrail egemenliğini, yani savaş yoluyla toprak kazanılmasını tanıdı [4]. Bunu yaparken, 52 yıl önce Golan hakkında Güvenlik Konseyinde kullandıkları oydan ve 74 yıldan beri uluslararası hukukun ilkelerini belirleyen Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin ilkelerinden geri dönmüş oldular [5].

BM daha uzun yıllar var olmayı sürdürecektir, ama artık kararları, bunları alan tarafları bağlamadığı için, sadece göreceli bir değer taşıyacaktır. Uluslararası hukukun yapısının bozulması süreci başlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı ve Milletler Cemiyetinden önce olduğu gibi en güçlünün yasasının geçerli olduğu bir döneme girmekteyiz.

Dışişleri Bakanı Colin Powell’in 11 Şubat 2003’te, Irak’ın 11 Eylül saldırılarındaki ve Irak’ın Batıyı tehdit eden sözde kitlesel imha silahları konusundaki sorumluluğuna ilişkin büyük yalanlarından sonra, ABD’nin, Güvenlik Konseyinde bile sözünün göreceli bir değeri olduğunu biliyorduk [6]. Ancak ABD Güvenlik Konseyinde kullandığı oydan ilk kez geri dönmektedir.

Washington, kararını mevcut gerçekleri kabul ettiğini söyleyerek savunmaktadır: Golan, 1967’den beri İsrail’in işgali altındadır ve 1981’den beri de bu ülke tarafından kendi toprağıymış gibi yönetilmektedir. Washington’a göre, ABD istisnacılığı gereğince, Tanrıdan korkan bir müttefikin bu gerçeklik, art niyetli ortaklarla ilan edilen uluslararası hukukun üstündedir.

Sonra Washington için, mükemmel bir müttefik olan İsrail’i memnun etmek daha doğruyken, Golan’ı kendine göre suç çetesinden ibaret olan Suriye’ye vermek kötü bir işaret olacaktır. Yine istisnacı doktrine göre ABD, « başka hiçbir yerde benzeri olmayan bu ulus », aynı zamanda hem bu hakka, hem de bu misyona sahiptir.

Dünyaya egemen olduktan sonra zayıflayan ABD, BM’den vazgeçti. Egemen konumunu muhafaza etmek için, dünyanın hala denetimleri altında tuttukları bölümüne geri çekilmektedir. Rusya ve Çin, bugüne kadar ABD’yi, Sergey Lavrov’un tasvirine göre, felakete yol açmaması için, şefkatle ölümüne eşlik edilmesi gereken can çekişen vahşi bir yaratık gibi görüyorlardı. Ama ABD, Donald Trump’ı seçerek çöküşünü durdurmuş ve Trump, Temsilciler Meclisinde çoğunluğu kaybettikten sonra, iktidarda kalabilmek için ABD derin devleti (Elliott Abrams’ın atanması [7] ve savcı Robert Mueller tarafından yöneltilen düşmanla işbirliği yapma suçlamasının geri çekilmesinin [8] ortaya koyduğu gibi) ile ittifak yapmıştır.

Aslında, Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nden sonra, üçüncü bir küresel oluşumun kuruluşuna doğru değil, ama dünyanın farklı yargısal modellere göre düzenlenmiş, biri ABD’nin tahakkümü altında ve diğeri « Genişletilmiş Avrasya Ortaklığı » çevresinde egemen devletlerden oluşan iki farklı bölgeye bölünmesi sürecine yönelmekteyiz. Doğu’dan Batı’ya ve ters yönde de yolculuk yapmanın zor olduğu, ama iki bloğun Birleşmiş Milletlerin tek yargı sistemini kabul ettiği Soğuk Savaştan farklı olarak, yeni sistem, bir bölgeden diğerine yolculuk etmeye ve ticaret yapmaya imkan tanımalı, ama iki hukuk modeli çevresinde düzenlenmiş olmalıdır.

Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’ın 28 Eylül 2018’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kürsüsünden duyurduğu Batı sonrası dünya tam da budur [9].

Bu arada, İsrail’in, ABD’nin Golan üzerindeki egemenliğini tanımasını bir zafer olarak selamladığını, Suudi Arabistan’ın düşündükten sonra bunu kınadığını not edelim. Bu tutum, Suudi doktriniyle uyuşmamakla birlikte, Arap dünyasının bu toprak fethi karşısındaki oybirliği dikkate alındığında, Riyad, halkıyla bütünleşme yolunu seçmiştir. Aynı nedenle, Filistin’e ilişkin « Yüzyılın Pazarlığı »nı da reddetmek zorunda kalacaktır.

ABD değişti mi?

Basın, az önce yaptığımız gibi, BM’nin sonunu ve dünyanın iki ayrı yargısal bölgeye bölünmesini öngörmekten kaçınmaktadır. Olayları anlayamadığı için, bir mantraya sarılmaktadır: popülist Donald Trump, Amerika Birleşik Devletlerini değiştirmiş ve uluslararası liberal düzeni yıkmıştır.

Bu, tarihi unutmaktır. ABD Başkanı Woodrow Wilson’un Birinci Dünya Savaşından sonra oluşturulan Milletler Cemiyeti’nin önde gelen mimarlarından olduğu doğrudur. Ancak Aristide Briand ve Léon Bourgeois’nun düşüncelerine uygun olarak, devletlerin eşitliğini temel alan bu örgüt, doğrudan ABD istisnacılığı engeliyle karşılaşmıştı. Bu nedenle, bu yapıya hiçbir zaman katılmamıştır.

Aksine, Başkan Roosevelt’in mimarlardan biri olduğu Birleşmiş Milletler Örgütü, bir Demokratik Devletler Meclisini, Viyana Kongresi’nin (1815) yönetişim sisteminden esinlenen bir küresel idare olan Güvenlik Konseyi ile birleştirmektedir. Bu nedenle, ABD’nin buna katılmasında herhangi bir engel yoktur, ki öyle de yapmıştır.

Bugün, ne Rusya, ne de Çin üzerinde otoritesi olmadığı ve bu iki güçle uyuşmak için artık hiçbir nedene sahip olmadığı ölçüde ABD, Birleşmiş Milletler sisteminden geri çekilmektedir.

74 yıl boyunca bu sistemin nimetlerinden yararlanan Batılı güçlerin, bu kaçış karşısında şikayet ederek sızlanması gariptir. Bunun yerine böylesine istikrarsız bir yapıyı nasıl inşa edebildiğimizi kendi kendimize sormalıyız: Milletler Cemiyeti, devletler arasında eşitliği tesis etmiş, ancak Halklar arasında eşitliği reddetmişti; Birleşmiş Milletler Örgütü insan ırkının evrenselliğini göz ardı ederek, bir evrensel ahlakı dayatmayı denedi.

Çeviri
Osman Soysal

[1Carr Center for Human Rights Policy tarafından düzenlenen konferans belgelerini mutlaka okuyunuz : American Exceptionalism and Human Rights, Michael Ignatieff, Princeton University Press (2005).

[2UN Security Council Resolution 242”, Voltaire Network, 22 November 1967.

[3« Résolution 497 du Conseil de sécurité », Réseau Voltaire, 17 décembre 1981.

[4US Proclamation on Recognizing the Golan Heights as Part of the State of Israel”, by Donald Trump, Voltaire Network, 26 March 2019.

[5Charter of the United Nations”, Voltaire Network, 26 June 1945.

[6« Discours de M. Powell au Conseil de sécurité de l’ONU » (7 parties), par Colin L. Powell, Réseau Voltaire, 11 février 2003.

[7Elliott Abrams neocon hareketinin kurucularından biridir. Dolayısıyla görev süresinin başlangıcında onu uzun süre görüşmüş olsa da, Donald Trump’ın projesinin rakiplerinden biriydi. Abrams, özellikle İran-Kontra dosyasını yöneten derin devletin sorumlularından biriydi. Venezüella dosyasının sorumlusu olarak atanması, Rumsfeld/Cebrowski askeri stratejisini Karayipler Havzasına yaymak üzere Başkan Trump ve derin devlet arasında varılan mutabakatın bir işareti olarak yorumlanmalıdır.

[8Robert Mueller, FBI’nin başkanıydı. Bu unvanla, 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olduğu iddia edilen 19 hava korsanı masalını uydurur. Uçaklar binalara çarpar çarpmaz, United Airlines ve American Airlines tarafından yayınlanan yolcu listelerinde, Mueller tarafından anılan isimlerin hiçbirinin yer almadığını hatırlatalım. Bkz: «Listes des passagers et membres d’équipage des quatre avions détournés le 11 septembre 2001», Réseau Voltaire, 12 septembre 2001. Bu şahıslar bu uçaklarda olmadığı için onları kaçırmaları mümkün değildi ve dolayısıyla Robert Mueller bu saldırıların gerçek faillerini gizlemiştir. Dehşetengiz Hile 11 Eylül 2001, Thierry Meyssan, Med Cezir, 2002.

[9Remarks by Sergey Lavrov to the 73rd Session of the United Nations General Assembly”, by Sergey Lavrov, Voltaire Network, 28 September 2018. “BM: Batı sonrası dünyasının doğuşu”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 2 Ekim 2018.