Dünyanın yeniden yapılandığı bugünlerde, büyük güçler İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin okumalarını gözden geçirmektedirler. Dünya düzenini kuran mitlere meydan okumakta ve projelerini haklı çıkarabilecek yeni yorumlar yapmaktadırlar. RİA-Novosti’nin tarihçi Valentin Falin ile yaptığı mülakatın üçüncü ve son bölümünü yayınlıyoruz. Bu mülakat ABD anti-faşizminin samimiyetine meydan okuyan Rus bakış açısını meydana koymaktadır: Roosevelt 1939’da Üçüncü Reich ile Finlandiya’da SSCB’yi yenmek üzere bir ittifak kurmayı müzakere etti ve 1945’te Moskova’ya tavır alarak savaşı sürdürmeye hazırlanan Anglosaksonlar, SSCB’ye saldırmak üzere Alman tümenlerini yeniden inşa ediyorlardı.
Viktor Litovkin: Uzmanlar şu veya bu tarihi olay hakkında en az iki şekilde yorum yaparlar. Bazıları, onları gerçekleştikleri zamanın bağlamından ayırmanın imkansızlığı ve dolayısıyla da bu zamanı dikkate alarak analiz etme ihtiyacında ısrar etmektedirler. Diğerleri, uzun zaman önce olanları ancak mevcut konumlardan hareket ederek derinlemesine ve doğru bir şekilde anlayabileceğini iddia etmektedirler. Bu konudaki düşünceleriniz nedir? 1945 Kırım Konferansı’nın sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Valentin Falin: Bana göre, herhangi bir uluslararası olay, özellikle de önemli olanlar, tarihteki yeri açısından analiz edilmelidir. Olaylar bağlamlarından, çimlendikleri ortamdan koparılmamalıdır. Bu olayların gerçek sonuçlarını ve onlardan beklenenleri unutmamak önemlidir. Bu anlamda Yalta Konferansı [1] ayrı bir öneme yere sahiptir. 1945 gibi erken bir tarihten itibaren ve tabii ki Soğuk Savaş sırasında bu konuda birçok değişim gerçekleşti. Bu değişimler hala geçerliliğini korumaktadır. Bugüne kadar varlıklarını korumuşlardır ve daha da çoğalmaktadırlar.
Bunları dışlamak ya da Yalta’da yaşananları değerlendirerek « tarihi yeniden yazmaya » çalışanların girişimlerini engellemek için, çoğunlukla ABD kaynaklarına, bu olayın birinci elden katılımcılarına özellikle de Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Edward Stettinius’a atıfta bulunmak istiyorum.
Amerika Birleşik Devletleri’nin iş ve siyasi çevrelerinde önde gelen bir sanayici ve çok etkili bir yüz olan Edward Stettinius, Franklin Delano Roosevelt’in ölümüne (12 Nisan 1945) ve halefi Harry Truman’ın ABD başkanlığı görevini devralmasına kadar bu görevi sürdürdü. Yalta’da yaşananlara ilişkin, tanık olduğu ve o an itibariyle katılımcısı olduğu zengin ve değerli bilgiler içeren çok ilginç anılar bıraktı.
Edward Stettinius, faşist Almanya’nın günlerinin sayılı olduğu ve Sovyetler Birliği’nin militarist Japonya’ya karşı savaşma sözü verdiği bir dönemde, Tahran ve İkinci Cephe’nin açılmasından sonra üç büyük güç arasında bir güven atmosferi oluştuğunda, Yalta’nın Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve kısmen Büyük Britanya arasındaki işbirliğinin doruk noktası olduğuna inanıyordu. Amerikalılar ve müttefikleri için bir sorun ortaya çıktı: Savaştan sonra barış nasıl teminat altına alınacaktı? 2. Dünya Savaşı gibi felaketlerin imkansız olacağı bir dünya nasıl yaratılacaktı?
Edward Stettinius’un sözlerine atıfta bulunarak, Yalta’da alınan kararların çoğunun, bizim değil, ABD’nin planlarına dayandığını söylemeliyim. Örneğin, Dışişleri Bakanının işaret ettiği gibi, sonuç bildirisi tamamen bir Amerikan projesidir. SSCB, üzerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır; Stettinius’a göre İngiltere, özü itibariyle üslupla ilgili uyarılarda bulunmakla yetindi. Bazılarının « Stalin’in Roosevelt’e üstünlüğünü kabul ettirdiği » ya da « onun hastalığından yararlandığı » iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.
Roosevelt, Kırım toplantısının gerçekleştiğini görmeye neden bu kadar hevesliydi, Stalin’in savaş sonrası dünyayı nasıl inşa edeceğine dair endişelerini neden bu kadar anlayışla karşılıyordu?
Valentin Falin: Roosevelt, Haziran 1942’de Washington toplantısında Molotov’a sunduğu, savaş sonrası dünyanın silahsızlanmasını öngördüğü yolundaki düşüncelerini defalarca yineledi. Bu konuda « üç dört polisin dünyası » ifadesi o zamandan beri ortalıkta dolaşmaya başladı. Roosevelt’e göre, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği, İngiltere ve belki de Çin silahlı kuvvetlere sahip olabilirdi ve hatta bu güçlerin bile sınırlı olması gerekiyordu. Diğer ülkeler, saldırgan olanlar –Almanya, Japonya ve İtalya– olduğu kadar, onların uyduları da tamamen silahsızlandırılmış olmalıydı. Yine başka ülkeler de, hatta Hitler karşıtı koalisyonun parçası olan Fransa, Polonya, Çekoslovakya’nın da silahsızlandırılması gerekiyordu, çünkü Roosevelt’in tezine göre, « sağlıklı bir dünya ekonomisiyle silahlanma yarışı uyumsuzdur ».
Üç ya da dört devlette varlığını sürdürecek olan silahlı kuvvetler, Roosevelt’e göre, yalnızca genel bir mutabakatla ve hiçbir zaman bu güçlerden birine karşı kullanılamazdı. Amerika Birleşik Devletleri başkanının vurguladığı gibi, bu silahlı kuvvetler yalnızca olası yeni bir savaşı veya saldırganlığı önlemek için görev yapacaklardı.
Roosevelt, elbette, silahlanma yarışı saldırganlığa neden olduğu, saldırganlığın başlangıcı olduğunda ve istatistikler kanıtladığı üzere, silahlanma yarışının, on vakanın yedi veya sekizinde bu saldırganlığı, bu savaşı tek başına tetiklediği Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı deneyimine dayanıyordu. Neredeyse hiç silahlanma yarışı olmadan çatışmaların başlamış olması çok nadir bir durumdur. Tarih de ayrıca bize bunun kanıtlarını sunmaktadır...
Kusura bakmayın, tam olarak anlamadım. Roosevelt’in saf olmadığı ve Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında, Komünist ideoloji ve eğer isterseniz, demokrasi ideolojisi, ilkeleri ve pratiği, arasındaki temel çelişkilerden habersiz olamayacağı açıktır, çünkü bu taban tabana zıt iki amaç arasındaki birlik ancak geçici olabilir ve asla kalıcı olamaz. O halde neden gelecekteki dünyayı silahsız olarak hayal ediyordu? Bu tamamıyla bir ütopya değil miydi?
Valentin Falin: Roosevelt saf bir politikacı değildi. I. Dünya Savaşı’nda Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapmış bir askerdi. Ve Amerikalıların bu çatışmaya İtilaf Devletleri ile birlikte girdiğini unutmamalıyız. Orada, Roosevelt, Birleşik Devletler’in yirminci yüzyıl boyunca gelişmesinin karakteristik özelliği olarak kalan hegemonya mayasından yoksun olmayan bir deneyim kazanmıştı.
Öte yandan Roosevelt, Stalin’in gerçekte kim olduğunu çok iyi anladı. Dogmatik bir Marksist-Leninist kisvesi altında, aslında kemiklerinin iliğine kadar sadık bir pragmatist olduğunun gayet bilincindeydi. Stalin için ideoloji, eğer isterseniz, sadece bir örtü, bir kamuflajdı. Ve Amerika Birleşik Devletleri –Churchill, Roosevelt ve hatta Hitler’in ifadeleri bunu doğruluyor– Stalin’i bir Komünist olarak görmüyordu. İdeoloji sorunu bu haliyle halk için bir anlam taşıyordu, ancak konu tarihsel, temel bir karar almaya geldiğinde, her zaman arka plana itiliyordu. Roosevelt’in Stalin’i Tahran’da nasıl karşıladığını biliyor musunuz?
Hayır.
Valentin Falin: « Demokratik ailemizin yeni üyesini selamlıyoruz! » Konferansı açarken Stalin’e yönelik sarf ettiği sözler bunlar. Bu anlamda Roosevelt, Churchill’e daha eleştirel bir gözle bakıyordu. Özellikle de onun şu ya da bu nedenle herkese karşı silah kullanma eğilimi Roosevelt’in işine gelmiyordu. Özellikle, İngiliz işgal birliklerine boyun eğmek istemeyen Yunan direnişçileri arasında çok sayıda can kaybına neden olan İngiliz birliklerinin aşırıya kaçan vahşetine karşı belirgin şekilde olumsuz bir tutum benimsedi. Yunan direnişçileri aslında İngilizler gelmeden önce ülkelerini özgürleştirmişlerdi ve Londra’nın dayattığı bir kralın tahta çıkmasını görmek değil, bir demokratik rejim kurmak istiyorlardı.
Bütün bunları bilerek, ideolojik klişeleri çok dikkatli kullanmalıyız.
Roosevelt, Sovyetler Birliği’ni tanımadan önce 1930’ların başında sosyalist fikirlerle ilgileniyordu. Valiliği süresince bu konuda tartışmalar düzenleyen çevreleri yakından takip ediyordu. Birleşik Devletler’in böylesine « kışkırtıcı » davranan tek başkanıydı. Ancak onun gözünde Stalin ve ülkemiz için dönüm noktası, 1930’ların ortalarında ülkemizde « örnek davalar »ın başlamasıyla yaşandı. Bunun üzerine Sovyet hükümetine karşı tavrını değiştirdi.
« Sovyetler Birliği ile Finlandiya arasındaki kış savaşı » olarak adlandırılan şeyin patlak vermesinin ardından, Aralık 1939 ve Ocak 1940’ta SSCB ile diplomatik ilişkileri kesme gerekliliğini, Sovyetler Birliği’ni tanıma kararını yeniden gözden geçirmeyi sorguladı ve Kerensky ile sürgünde bir Rus hükümetinin kurulması için görüşmeler yaptı.
Tüm bu yönleri dikkate alırsak, istisnai öneme sahip diğer gerçekleri, özellikle de 1940’ın başında, Roosevelt’in Finlandiya’ya yardım etme gerekçesiyle Nazi Almanya’sını, Faşist İtalya’yı ve tüm Batı demokrasilerini bir araya getirecek Sovyet karşıtı bir ortak cepheyi oluşturma yolundaki girişimlerini (bu proje başarısız oldu çünkü Almanlar Fransa’ya saldırmaya karar verdi; Washington bu konuda bilgilendirildi ve proje geri çekildi) bir kenara bıraksam da, Roosevelt’in bir siyah beyaz portre olarak ele alınmaması ve liberal, Sovyetler Birliği aşığı olarak görülmemesi gerektiğini görebiliriz...
Hayır, Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik gücünün, vurucu güçlerinin yokluğunda bile, dünyadaki lider rolünü güvence altına almak için yeterli olduğuna inanan, ağırbaşlı ve anlayışlı bir siyasetçiydi. Birleşik Devletler’in gezegendeki tüm endüstriyel üretimin % 60 ila % 70’ini oluşturduğunu hatırlayalım.
Washington dünyanın maliyesini ve dünya ticaretini kontrol ediyordu. O dönemden başlayarak, 1943’te kabul ettiği, büyük petrol yataklarını, tüm parçalanabilir ve diğer malzeme kaynaklarını denetim altına alma planını gerçekleştiriyordu. Eğer bunu anlamazsak, sonrasında olan bitenlerle ilgili hiçbir şey anlayamayız.
Edward Stettinius şöyle yazıyor: 1942’de Birleşik Devletler felaketin eşiğindeydi. Ruslar Stalingrad’da sağlam durmasaydı, Volga Savaşı Hitler’in düşündüğü gibi bitmiş olsaydı, Büyük Britanya’nın Reich tarafından fethi ve tüm petrol kaynaklarıyla birlikte Afrika ve Orta Doğu’nun tamamını denetimi altına alması ve ABD için yol açacağı feci sonuçlarla birlikte Latin Amerika’nın fethi ile sonuçlanırdı. ABD’liler, II. Dünya Savaşı sırasındaki beklentilerini böyle görüyordu. Stalin ile birlikte hareket etme Roosevelt için kesinlikle tesadüf değildi.
1945’te Amerikalılar Yalta’ya geldiğinde, Roosevelt hâlâ aşağıdaki olayların etkisindeydi:
a) Ardenler Muharebesi’nde Almanların ABD ordusuna dayattığı yenilgi;
b) Doğu’da erken bir saldırı başlatarak ve böylece Nazileri bu operasyona katılan güçlerinin üçte birini Batı’dan çekmeye zorlamasıyla onları kurtaranın Stalin olması.
Ve nihayet, Churchill’in Anglosaksonların bir şekilde Almanya ile hesaplaşacağı ve Rusları Vistula’da bir yerlerde, en kötüsü Oder’de durdurarak terk edeceğine dair vaatlerini anladı. Bu pratik bir politika değil, saf fanteziydi. Dolayısıyla savaş sonrası dünyanın görünür ve öngörülebilir olması, ABD üzerine çöken tehditleri taşımaması ama en azından bir şekilde demokrasi, insani ve toplumsal adalet hakkındaki fikirlerine (Roosevelt) yanıt vermesi için Rusya ile ilişkileri koparmamak ve onunla işbirliği yapmaya devam etmek daha uygundu.
Ama Yalta Konferansı’na geri dönelim. Burada onaylanan Birleşmiş Milletler’i yaratma fikri kime aitti? Savaş sonrası dünyayı Curzon Hattı boyunca etki alanlarına bölmeyi kim önerdi? Polonyalılar ve Baltık bölgesi halkları, bugüne kadar hep Stalin’i bununla suçlamadılar mı?
Valentin Falin: BM fikri Roosevelt’e aittir. İlk olarak Tahran’da dile getirilmiştir. Yalta’da biçimlendirilmiştir. Stalin, bu örgütün genel merkezinin New York’ta olması konusunda ısrarcıydı. Neden mi? Milletler Cemiyeti’ni anımsıyor musunuz? Amerikalılar başlangıçta bu girişimi desteklediler, ancak nihayetinde onaylamadılar ve bu nedenle Milletler Cemiyeti’ne dahil olmadılar. Stalin, Amerika Birleşik Devletleri’nin örneğin « dün, açıkçası ondan yanaydık, ama bugün » diyerek aynı numarayı oynayabileceğine inanıyordu... Ve örgütün merkezinin Atlantik’in öte tarafında olmasını önererek, o bunun Amerikalıların uluslararası işbirliğinden kaçınmamasını engelleyeceğini umuyordu.
Oysa ABD basınının Yalta Konferansı’na verdiği genel tepkiler çok olumlu ve hatta Roosevelt için övücüdür. Churchill’in Londra’dan yüreklendirdiği oldukça eleştirel yorumlar olduğu doğrudur. Bunların yazarları, Sovyetler Birliği ile işbirliğinin sona ermesini ediyor, ABD’nin küresel egemenliğini savunuyordu. Hatta Maure gibi « SSCB işini yaptı, artık gitme zamanı geldi » bile deniliyordu.
Başkan Roosevelt, 25 Mart 1945’te Kongre’deki son mesajında Londra’dan gelen bu görüş ve açıklamaları akılda tutarak, şu noktayı vurguluyordu (alıntılıyorum): « Amerika Birleşik Devletleri’nin ve tüm dünyanın gelecek nesillerinin kaderi Tahran ve Yalta’daki müttefikler arasında varılan anlaşmaların vicdani bir şekilde uygulanmasına bağlıdır ». Ve burada, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı uyardı, « Amerikalıların ortalama bir çözümü olamaz. Uluslararası işbirliğinin sorumluluğunu üstlenmeliyiz, aksi takdirde yeni bir küresel çatışmanın sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalırız » diyerek uyarıyordu.
Yine Mart ayında –ve bunu doğrulayan belgeler de mevcuttur– Sovyet karşıtlığıyla nam salan Hull’un yerini alan Stettinius’un yönetimindeki Dışişleri Bakanlığı’nda, devam eden « sözde Yalta anlaşmaları »na ilişkin görüşler işitiliyordu. Hatta bazı yetkililer, bunların önemini küçümsemeye çalışarak, onları « basit açıklamalar » şeklinde adlandırıyorlardı. 23 Nisan’da iktidara gelen ve Amerikalıların atom bombasını geliştirdiğinin henüz farkında olmayan Truman’a gelince, Ruslarla artık işbirliği yapmayacağız, artık yeni bir aşamaya geçme zamanı gelmiştir, diyordu. Kendine hedef olarak « Yalta’yı silmeyi » belirledi.
Churchill’in o sırada ne yaptığını size hatırlatabilirim. Konunun uzmanları, Ocak ayında müttefiklere sağladığımız, onları daha fazla karışıklıktan kurtaran yardımlar için teşekkür etmek ve zaferi « asla kaybolmayacak » silahlı kuvvetlerimizi yüceltmek için Stalin’e gönderdiği övgü dolu mesajları hatırlayacaktır. Bunun tamamı Churchill’in kaleminden çıkmıştı. 23 Şubat 1945’te Kızıl Ordu Günü tebrik mesajını okuyun. Yine aynı dönemde, Alman silahlarının ele geçirilmesi ve Sovyetler Birliği ile bir çatışma çıkması durumunda kullanmak üzere depolanması için emir verdi. Mart 1945’te, kurmaylarına Sovyetler Birliği’ne karşı Büyük Britanya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Polonya Sefer Kuvveti ve Alman kuvvetleri ile bir operasyon hazırlamalarını emretti.
İngilizlerin elinde, savaşın son aşamasında Batılı müttefiklere kendi rızaları ile teslim olan on Alman tümeni vardı. Resmi olarak silahsızlandırılan ancak dağıtılmayan bu tümenler, Schleswig-Holstein’da her gün eğitim yapıyorlardı. Öngörü olarak Doğu’daki yeni « istismarlar » başarılarını da unutmamalıyız. Yeni savaşın başlangıcı 1 Temmuz 1945 olarak belirlenmişti.
Ancak sadece İngilizlerin bu şekilde davrandığını ve ABD’lilerin müttefik olarak taahhütlerine sadık olduğunu düşünmekle hata yapmış oluruz. Amerika Birleşik Devletleri Zırhlı Kuvvetleri komutanı General Patton, Washington, Moskova ve Londra arasında kararlaştırılan sınır çizgisinde durmayı kabul etmiyordu ve Stalingrad’a kadar devam etmek istiyordu. Komünistlerin veya Sovyetler Birliği’nin değil, « Cengiz Han’ın torunlarına » işini bitirmek!
Churchill, « Rus barbarlarını ne kadar doğuda durdurursak o kadar iyi » olduğuna inanıyordu. Aklında ikinci cephe’nin açılışı olan Overlord planını « devre dışı bırakacak » gizli bir plan, Ranken planı vardı. Oysa Ranken planı uyarınca Anglosaksonlar, Almanların desteğiyle, sadece Berlin, Hamburg’un değil, aynı zamanda Varşova, Prag, Budapeşte, Viyana, Bükreş, Sofya ve Belgrad’ın da denetimini ele geçirmeliydi.
Bütün bunlar belgelenmiştir ve hiçbir şeyin değiştirilmesi mümkün değildir. Ve ortaklarımız hedeflerine ulaşamadıysa, bunun nedeni istemedikleri için değil, Sovyetler Birliği ve her şeyden önce silahlı kuvvetlerimizin bunu yapmalarına engel olmasıydı.
Yalta anlaşmasıyla ilgili yalan ve çirkin sözler, bu anlaşmanın ana mimarı Franklin Roosevelt’in anısına bir hakarettir. Kongre’ye verdiği mesaj –ki daha önce aktarmıştık– tüm dünyanın ve Birleşik Devletler’in neye ihtiyacı olduğunu, adalet ideallerinin zafere ulaşması, bu türden yeni savaş ve felaketlerin önlenmesi için neyin başarılması gerektiğini bildirdiği siyasi bir vasiyetti. Kırım mutabakatına uyulması, dünya için bir fırsat olacaktı. Ne yazık ki bundan yararlanmasını bilemedik.
Ancak, Yalta’da dünyayı Curzon Hattı boyunca etki alanlarına göre bölme fikrinin arkasında kimin olduğu sorusunu hala yanıtlamadınız.
Valentin Faline: Etki alanı yoktu. Curzon Hattı fikri, 1919 yılına, İngiltere, Fransa ve ABD’nin katıldığı bir konferansa kadar uzanıyor. Bu ülkeler, topraklarını ağırlıklı olarak Ukraynalı, Belaruslu veya Polonyalı nüfus arasında paylaşarak, bu çizgiyi etnik ilkeye dayalı bir şekilde « üçü birlikte » çizdiler. Bu hat, Eylül 1939’da etki alanlarını değil, Stalin ile Hitler arasındaki çıkar alanlarını sınırlandırıyordu.
İngilizler, SSCB ile görüşmelerinde Curzon Hattının Lvov’un Doğusundan geçtiğini iddia ediyorlardı. Ancak temsilcilerimiz müzakere masasına, hattın gerçekte nereden geçtiğini gösteren haritayı koydu. Sorun bir daha da gündeme gelmedi. Savaş sırasında olduğu kadar, sonrasında da Polonyalılarla iyi komşuluk ilişkileri kurmaya çalıştığımız bir dönemde bu meşhur hattı değiştirdik. Onlara bazı şeylerin istediğiniz gibi olması bizim için sorun değil, ancak genel olarak bu hatta bağlı kalacağız diyebilmemiz için Bialystok (Bielostok) da dahil olmak üzere bazı bölgeleri, kasabaları geri verdik.
Ve Stalin, Roosevelt ile bu hat üzerinde müzakere ederken, Polonya’da bir uydu hükümet kurmaktan söz etmiyordu. Polonya’nın komşusuna dostça davranan bir hükümet tarafından yönetilmesiyle ilgileniyoruz ve Polonya’nın . Napolyon döneminde, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında olduğu gibi Rusya’ya saldırmak için kullanılacak bir kez daha köprübaşı veya koridor haline gelmesini istemiyoruz, diyordu.
Ancak Yalta’da, SSCB’ye girişleri ABD tarafından hiçbir zaman tanınmayan Baltık ülkelerinden de söz edildi.
Valentin Falin: Baltık Ülkelerinin sorunu ayrı bir konudur. Litvanya, Letonya ve Estonya, henüz Sovyetlere dahil olmadıkları bir dönemde Rusya’dan koparılmışlardır. Bu ülkeler Almanlar tarafından işgal edildi. Bu devletlerin başındaki kukla hükümetler, beklendiği gibi, Alman himayesi altına alınmayı talep ettiler. Tüm bunlar Eylül 1917’de gerçekleşti. Ve Ekim Devrimi patlak verdiğinde, bu ülkelerde Sovyetlere çok yakın olan ya da tam anlamıyla Sovyetik olan hükümetler –bu tamamen bir tarihsel gerçektir!– Baltık ülkelerinde konuşlanmış Alman birliklerini kısa sürede ezdiler.
Versay Antlaşması’na göre Alman birliklerinin Kayzer Almanya’sının bir parçası olmayan bölgelerden çekilmeleri gerektiğine dikkatinizi çekerim. Oysa müttefikler, Almanları bir teminat olarak Finlandiya, Litvanya, Letonya ve Estonya’da birliklerini bırakmaya zorladılar, bu ülkelerde iktidarın « ayak takımının » eline geçmemesi gerektiğini, bu iktidarın Müttefiklerin işine gelenlerin elinde olacağını söylüyorlardı.
1921’de Pilsudski, Kiev’e karşı Fransızların hazırladığı İngilizlerin katılımıyla bir saldırı başlattı. İlerleyişini Moskova’ya kadar sürdürmesi bekleniyordu. O dönemde Batı’daki demokratlar, Almanlara şu çözümü dayatmak istiyorlardı: Almanlar, Baltık ülkelerinden hareketle Petrograd’a saldırı başlatacak kuvvetlere izin verecekti. Resmi olarak, bu harekatı düzenleme emri General Avalov’a verildi, ancak harekat gerçekte Alman generaller tarafından yürütülecekti.
Ama Almanlar nasıl bir maceraya sürüklemek istediklerini çabuk anladılar ve hayır dediler. Bu nedenle Pilsudski’nin kuzey desteğinden yoksun operasyonu başarısız oldu. Baltık ülkelerinin gelecekte her türlü maceraya atılmalarını engelleyen 1921 Riga Barış Antlaşması bu bağlamda imzalandı. Onların bağımsızlıklarını kabul ettik. Amerikalıların Litvanya, Letonya ve Estonya’nın bağımsızlığını iki yıl sonra tanıdığını unutmayın. Daha önce, « birleşik ve bölünmez » bir Rusya’nın kurmayı öngören Kolçak’ı ve Beyaz Muhafızların diğer önde gelen temsilcilerini desteklediler. Belli bir döneme kadar Baltık ülkelerinin egemenliği onları hiç ilgilendirmedi.
Ancak ABD’nin savaştan sonra Litvanya, Letonya ve Estonya’nın SSCB’ye bağlanmasını neden kabul ettiğini anlamıyoruz?
Valentin Falin: Bunu asla kabul etmediler. Bu sorun Yalta konferansında gündeme getirilmedi. Galiba Tahran’da yaptıkları bir görüşmede Roosevelt, Stalin’e savaştan sonra Baltık ülkelerinde referandum yapmayı önerdi. Bu ülkelerin SSCB içerisinde kalmayı istemeleri durumunda, Amerika Birleşik Devletleri yeni statülerini tanımaya söz verdi. Bildiğim kadarıyla Stalin buna şu yanıtı verdi: Zaten bir referandum yapıldı, neyin yeniden icat edilebileceğini bilemiyorum.
1942’den beri Roosevelt, Stalin ile özel bir diyalog kurmaya çalışıyordu. Ve orada, liderlerimizin ciddi bir hesap hatası yaptığını düşünüyorum. Birleşik Devletler Başkanı’nın danışmanı Harry Hopkins’in söylediklerini dikkate alırsak Stalin, Roosevelt’in Sovyetler Birliği’nin meşru çıkarlarına boyun eğmeye ne kadar hazırlıklı olduğuna şaşırırdı.
Ancak Stalin farklı bahaneler öne sürerek bu görüşmeden kaçındı, üçlü olarak görüşme tercih edildi, bunların temsilcileri arasında bir görüşme yapılmasını önerdi. 1943’te bunun bir açıklaması olabilirdi: Stalin küçük bir felç geçirdi ve birkaç ay çalışamadı ama bundan kimse haberdar değildi. Churchill’in çeşitli kanallar üzerine Stalin’e ulaştırdığı yanlış bilgiler de bunda önemli bir rol oynadı. Sözde Churchill Amerikalılara zaten Litvanya, Letonya ve Estonya’yı da kapsayan SSCB’nin 1941 yılındaki sınırlarını tanımasını önermişti, ancak Amerikalılar buna sürekli olarak karşı çıkıyordu.
Amerikalılar bunu Baltları çok sevdikleri için değil, Roosevelt’in seçmenleri arasında Litvanyalı, Letonyalı ve Estonyalı göçmenlerin oranının önemsiz olmadığı için reddetti. Ve seçimde onların oylarına ihtiyacı vardı. Bu değerlendirmeler onu, tabiri caizse dizginliyordu.
Yalta Konferansı’nın ana çıktısı nedir? Altmış yıldır dünya savaşları olmadan yaşamamız gerçeği değil mi? Ve bugünün siyasetçileri için Yalta’dan çıkarılacak dersler sizce nedir?
Valentin Falin: Bu soruları yanıtlamadan önce, bana göre önemli olan, bugüne neredeyse hiçbir yazılı izi kalmayan Kırım müzakereleri hakkında bir ayrıntı daha vermek istiyorum. Roosevelt, Stalin’e ülkenin savaş sonrası toparlanması için 4,5 milyar dolarlık bir kredi sözü verdi. Neden mi? Başkan, Stalin hakkında kendisine söylenen her şeye rağmen –yani dogmatik bir komünist, iliğine kadar sosyalist biri olduğu– Amerikalılara çok sayıda taviz, yatırımlara yönelik istisnai koşullar önerdiğini, SSCB’de piyasa ekonomisi fikrini düşündüğünü biliyordu. Ve bunun gerçekleşmemesinin nedeni Roosevelt’ten sonra görevi Truman’ın almış olmasıydı. Aynı başkan, Potsdam konferansından sonra ABD’ye dönünce, Eisenhower’a Sovyetler Birliği’ne karşı bir nükleer savaş planı olan Totality Planı’nı hazırlamasını emretti.
Bu planın ilk sürümü Aralık 1945’te çoktan hazırdı. Sonra sıra, Sovyetler Birliği’nin on iki eyalete bölünmesini sağlayan Drop Shop ve diğerleri de dahil olmak üzere, her biri kendi başına ekonomik ve savunma hedeflerine ulaşamayacak olan başka birçok plan hazırlandı.
Ancak Kırım Konferansı’nın küresel erişiminden bahsetmemiz gerekirse, bence Yalta, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde yazılı olduğu gibi, savaşın insanlığın hayatından tamamen dışlanması olmak üzere, İsa’nın doğumundan bu yana, yazılı tarihinin başlangıcından bu yana insanlığa sunulan en iyi şanslardan biri olmuştur. Bu şans değerlendirilememiştir. Ve bunun böyle olmasının baş sorumlusu Washington’dur.
Truman’ın ilk dışişleri bakanı Burns, Aralık 1945’te Moskova Dışişleri Bakanları Konferansı’nda Stalin ile görüştü. 30 Aralık’taki televizyon konuşmasında şunları söyledi: Stalin ile yaptığım görüşmelerden sonra, Amerikalıların öngördüğü şekliyle adil bir barışın mümkün olduğunu anladım. 5 Ocak’ta Truman ona şu mektubu gönderdi: « Söylediklerin hezeyandan ibarettir. Sovyetler Birliği ile herhangi bir uzlaşmaya ihtiyacımız yoktur. Asıl ihtiyacımız olan ideallerimizi % 80 oranında karşılayacak olan Pax Americana’dır ».
5 Ocak 1946, Soğuk Savaş’ın resmi başlangıcı olarak kabul edilebilir. Ve neyle sonuçlandığını çok iyi biliyorsunuz.
İşte Yalta Konferansı’ndan çıkartmamız gereken başlıca ders: Makul bir yaklaşım benimsemiş olsaydık ve o zaman uluslararası toplumun tüm üyelerinin çıkarlarını karşılayan bir barış inşa etme arzusunu ortaya koymuş olsaydık, herkese uyan bir çözümü çok daha erken bir dönemde bulmamız mümkün olabilirdi. Ve bugün bunu yapmak artık çok daha zordur. Dünya silahlara boğulmuş durumda. Ve pek çok şey, ister dünyevi kökenli olsun ister olmasın öngörülemeyen koşullara bağlıdır.
... ABD’ye ait B-52’lerden her biri 25 megatonluk dört H bombası taşıyordu. Bu, uçak başına toplam 100 megaton anlamına gelmektedir. Bu uçaklar üç arıza geçirdi. Hatta bunlardan biri t Chicago yakınlarında yere çakıldı. Bir bombadaki on iki güvenlik sigortasından on biri çalışmadı. On ikinci unsur olan son düzenek da çalışmamış olsaydı dünyanın hali ne olurdu?
Bugün dünyanın kendisini kaç kez küresel felaketin eşiğinde bulduğunu hesaplayabiliriz. Sadece üstün bir akıl insanlığı ve Dünya üzerindeki biyolojik yaşamı kendi kendini yok etmekten korumuştur. Bu nedenle, dünyanın tüm Devletleri, attıkları büyük ya da küçük adımların her birinin dünyayı her bakımdan daha az tehlikeli, ve tabii ki daha adil ve birleşik hale getirmesini sağlamalıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın farklı tarihi
Rus tarihçi Valentin Falin ile 3 bölümden oluşan mülakat
Tarih, gerçekliği ve efsaneleri daimi siyasi bahislerdir. Valentin Falin, Rus bakış açısıyla Batı kamuoyunun çoğunlukla bilmediği bir İkinci Dünya Savaşı okuması sunmaktadır:
– Birinci bölüm:
İkinci Dünya Savaşı 1943’te sona erebilirdi
– 2nci bölüm:
Kızıl Ordu Berlin’i ele geçirmeseydi...
– 3ncü bölüm :
Yalta Konferansı’nın sunduğu fırsat anlaşılmadı
[1] Fransa, Yalta Konferansı’nda temsil edilmedi. Bu anlaşmalar, Charles De Gaulle tarafından şiddetle kınandı. Editörün Notu.
Bizimle iletişimde kalınız
Bizi sosyal ağlardan takip ediniz
Subscribe to weekly newsletter