SSCB’nin dağılması sırasında Fransa ve Almanya, ABD devi karşısında büyüklükleri sorununu çözerek dünyadaki konumlarını korumaya çalıştılar. Bu amaçla iki Almanya’yı bir araya getirmeye ve birlikte uluslarüstü bir devlet çatısı altında birleşmeye karar verdiler: Avrupa Birliği. Devletlerarası işbirliği deneyimlerinin verdiği güçle, Dışişleri Bakanı James Baker’ın Doğu’ya doğru zorla genişleme baskısına rağmen bu uluslarüstü devleti kurmanın mümkün olabileceğini düşündüler.

Maastricht Antlaşması’na ilişkin tartışmalar sırasında De Gaulle’cular « egemenlikçiliğin » karşısına « Avrupa uluslarüstücülüğü » ile çıktılar. Ulusal çerçeveyi demokrasiye ve Avrupa ölçeğini bürokrasiye indirgiyorlardı. Aksine, Başkan François Mitterrand ve Şansölye Helmut Kohl, onların dirençlerini kırmak için, demokratik egemenlikçiliği (tek egemen halktır) ile milliyetçi egemenlikçiliği (ulus, demokratik gücün kullanılabileceği tek alandır) kavramlarını birbiriyle karıştırmaya başladı. Ardından, her türlü « egemenlikçilik » biçimlerini « şovenizm »e (ulusal olan her şeyi mükemmel kabul etmek ve yabancı olan her şeyi küçümsemek) indirgerler.

Bu antlaşma kabul edilir ve ortada hala bir« Avrupa ulusu » olmamasına rağmen, devletler arası bir işbirliği sistemini (Avrupa Ekonomik Topluluğu), bir uluslarüstü devlete (AB) dönüştürür.

Hem milliyetçiliği savaşa indirgemek, hem de Rus karşıtı şovenist politikaların izlerini silmek için tarih yeniden yazılır. Fransa ve Almanya, programları Nazizm ve Sovyetizmi aynı milliyetçiliğin ürettiği iki totaliter rejim olarak sunması gereken Arte adlı iki uluslu bir televizyon kanalı kurarlar. Alman milliyetçiliği Nazi ırkçılığı ile karıştırılır (her ne kadar ırk değil, dile dayalı Alman ulusal fikriyle uyuşmasa da). Ve Nazi karşıtı ittifakı pekiştirmek için Sovyetlerin çabalarının izleri silinir. Bu şekilde, Münih Anlaşması ve Molotov-Ribbentrop Paktı’nın anlamı değiştirilir [1].

Otuz yıl sonra, 6 devlet için tasarlanan ve 12 devlete göre geliştirilen kurumların, ABD’nin de öngördüğü gibi, 28 devletle yönetilemeyeceği ortaya çıktı. Avrupa Birliği ekonomik bir dev haline gelse de, hala bir Avrupa ulusu mevcut değildir. Avrupa halkları demokratik egemenliklerini büyük ölçüde kaybetti ve devletleri de ulusal egemenliklerini kaybetti, ancak hala ortada ortak bir siyasi heves yoktur.

İçerisine düşülen yanılgının boyutunu daha iyi kavrayabilmek için, bir Avrupa ordusu embriyonunun askerine « Brüksel için ölmeye » hazır olup olmadığını sormak ve hatanın derecesini ölçmek için afallamış havasını gözlemlemek yeterli olacaktır: yaşamını sadece ulusu için feda etmeye hazırdır, Avrupa Birliği için değil.

« AB barış demektir » efsanesi, ona 2012 Nobel Barış Ödülü’nü kazandırdı, ancak
 Cebelitarık hala İspanyol topraklarında bir İngiliz kolonisidir [2] ;
 Kuzey İrlanda, İrlanda topraklarında yer alan bir başka kolonidir;
 ve hepsinden önemlisi, Kuzey Kıbrıs hala Türk ordusunun işgali altındadır [3].

Fransa ve Almanya yanılarak, tarihten gelen İngiliz tikelliğinin zamanla uluslarüstü devlet içerisinde çözüleceğine inanıyordu. Bu, Birleşik Krallık’ın eşitlikçi bir Cumhuriyet değil, ama bir sınıf parlamentosu monarşisi olduğunu unutmak anlamına geliyordu.

Birleşik Krallık, Batı Avrupa’daki sömürge imparatorluğunun kalıntıları nedeniyle, Fransız-Alman uluslarüstü devlet projesine asla dahil olamamıştır. Maastricht Antlaşması’nın uluslar arası para birimi Euro da dahil olmak üzere çoğu bölümünü reddetmiştir. İç mantığı, onu kaçınılmaz olarak seçkinlerinin bir kesimiyle aynı kültürü paylaştığı Amerika Birleşik Devletleri ile olan ittifakını güçlendirmeye itiyordu. Brüksel’in ekonomik gücünden çok, Washington’un askeri gücüne güvenerek dünyadaki etkinliğini sürdürmesi daha işe yarar görünüyordu. Bu nedenle 2000 yılında Bush yönetimi Alena’ya İngiltere’yi de dahil etmeyi ve AB’den çıkışını örgütlemeyi öngördü [4].

Gerçek şu ki, İngiliz Parlamentosu Atlantik’in iki tarafı arasında tercihini hiç yapmamıştır. Halkın Brexit’i seçerek kararlı davranması için 2016 referandumunu beklemek gerekecekti. Ancak İngiltere’nin AB’den olası çıkışı, unutulmuş bir yaranın bir kez daha kanamasına yol açtı. İki İrlanda arasında bir gümrük sınırının oluşturulması, İrlanda Cumhuriyeti ile Birleşik Krallık arasında varılan İrlanda barış anlaşmasının (« Kutsal Cuma anlaşması » olarak bilinen) yeniden sorgulanmasına yol açmıştır. Oysa bu anlaşma sorunu çözmek için değil, ama dondurmak üzere (consociatio’nun dini ilkesinden yararlanarak) tasarlanmıştır.

İngiliz siyasi sistemi iki kutupluluğa dayanmaktadır. Milletvekillerinin yarım dair şeklinde değil de yüz yüze oturdukları Avam Kamarası’nın sıralarında fiziki olarak ifadesini bulmaktadır. Oysa Brexit iki varoluşsal soruyu gündeme getirmektedir: ya AB aidiyeti ya da değil ve Kuzey İrlanda’yı sömürgeleştirmeyi sürdürüp sürdürmemek. Son üç yılda, Meclisin olası dört seçeneğin hiçbiri için çoğunluk sağlayamadığını hep birlikte gördük. Bu durum İngiliz ekonomisini ciddi şekilde etkilemiştir. Coalition’un gizli raporuna göre, City’de banka komisyonu gelirleri gittikçe düşmekte ve Wall Street’te ise gittikçe artmaktadır. İngiltere’nin finansal üstünlüğü 2008’den beri düşmektedir ve çökmek üzeredir.

İngiliz siyasi sistemi pragmatiktir. Hiçbir zaman bugünkü haliyle düşünülmemiş ve asla yazılmamıştır. Binlerce yıl süren çatışmaların ve güç mücadelelerinin sonucudur. Anayasal geleneğin bugünkü durumuna göre, hükümdar yalnızca ulusun hayatta kalması söz konusu olduğunda iktidara sahiptir [5]. Kraliçe bu yüzden, Başbakanına mevcut kilitlenmeyi çözebilmesi için Parlamentoyu askıya alma (« tatil etme ») kararı verdi. Normal zamanlarda Kraliçe’nin özellikle demokrasiyi parantez içine almamak için, Parlamentoyu yalnızca teknik gerekçelerle (örneğin seçim) askıya alma hakkı vardır.

Kraliçe’nin kararıyla birlikte Birleşik Krallık’ta tetiklenen duyguyu gözlemlemek çok ilginçtir. Brexit’e karşı çıkan herkes üç yıl verimsiz tartışmalarla geçirdiklerini ve demokrasinin sınırına ulaştıklarını anlamıştır. Bazıları, Avrupa kıtasındakiler de dahil olmak üzere, demokrasinin tüm vatandaşların eşitliğini öngördüğünü ve bu nedenle sınıf monarşisinin kalıntılarıyla uyuşmadığını şaşkınlıkla keşfetmektedir.

Bu yanılgı, Avrupa kurumlarının Winston Churchill’in hayal ettiği modelde yaratılması anlamına gelmektedir. Onun için hiçbir zaman ne demokrasileri birleştirmek, ne de bir demokratik uluslarüstü devlet oluşturmak değil, ancak Avrupa kıtasında hegemonik bir gücün varlığını önlemek söz konusu olmuştur. Yani, aynı zamanda hem Almanya’nın yeniden ayağa kalkmasını önlemek, hem de Sovyetler Birliği’yle baş edebilmek [6]. Ustalıkla kullandığı sloganların aksine, bunu komünist modele karşı olduğu için değil, ama İkinci Dünya Savaşı sırasında yürüttüğü politikayı sürdürebilmek için yapmıştır: Haziran 1941 ila Eylül 1943 arasında sömürgeleri de dahil olmak üzere İngiliz Ordusunun hiçbir müdahalesi olmaksızın, birbirleriyle savaşmalarını izlediği, kıtanın iki büyük gücünü, Almanya ve SSCB’yi zayıflatmak.

Dolayısıyla, 1948’de Lahey’deki kuruluş kongresine Winston Churchill’in yanında katılan François Mitterrand’ın, SSCB’nin dağılması sırasında Helmut Kohl’la birlikte hayal ettiği, uluslarüstü devletin demokratik açığı konusunda endişelenmemesi şaşırtıcı değildir.

Boris Johnson, kısmen ABD’de yetişmiş olsa da, Eton College’nin saf bir ürünüdür (Avam Kamarası’na aday olabilmek için 1996’da ABD vatandaşlığından vazgeçmiştir). İngiliz İmparatorluğu’nun iki büyük şahsiyetinin takipçisidir. Bunlardan ilki Kraliçe Victoria’nın Başbakanı Benjamin Disraeli’dir. Ondan « muhafazakârlık tek millet » (Conservatism One Nation) kavramını ödünç almıştır: servet sosyal sorumluluk yüklemektedir; herkesin kendi yerini bilmesi için, seçkinlerin (upper class) yoksul sınıflara iş verme yükümlülüğü vardır. İkincisi de adına kitap yazdığı Winston Churchill’dır [7].

Theresa May, AB’den çıkışını telafi etmek için art arda üç farklı yol öngörmüştü: Batı’da Çin yuanının değiş tokuş aracı haline gelmek, Washington ile « özel ilişki »sini pekiştirmek [8] ve Commonwealth’i (Global Britain) yeniden canlandırmak. Boris Johnson ise, ABD ile « özel ilişki »sine odaklanarak ve ne ekonomi, ne uluslararası politika alanında görüşlerini paylaşmasa da kendisini G7 sırasında Başkan Trump’ın kollarına atarak, bu modellerin peşinden gitmeyi sürdürmektedir. Aynı zamanda Skripal davasında [9] Rusya’ya karşı açıkça yalan söylemesi de, bedeli ne olursa olsun sadece İngilizlerin AB’den çıkmasını değil ama bu kıtasal uluslarüstü maceranın sabote edilmesini istemesi de mantıklıdır.

Boris Johnson Başbakan olarak kalacaksa, « Perfide Albion »’un uluslararası politikası Washington’a öneride bulunmak ve Brüksel ile Moskova arasındaki çatışmaları derinleştirmek olacaktır.

Çeviri
Osman Soysal

[1Justin Trudeau Needs a History Lesson”, by Michael Jabara Carley, Strategic Culture Foundation (Russia) , Voltaire Network, 1 September 2019.

[2AB’ye göre Cebelitarık artık bir Kraliyetin bir « sömürgesi »”, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 5 Şubat 2019.

[3200 000’e yakın Kıbrıslı Avrupa seçimlerinde oy kullanamayacak”, Tercüme Murat Özdemir, Voltaire İletişim Ağı , 17 Mayıs 2019.

[4The Impact on the U.S. Economy of Including the United Kingdom in a Free Trade Arrangement With the United States, Canada, and Mexico, United States International Trade Commission, 2000.

[5Kraliçe II. Elizabeth İngiliz Parlamentosunu askıya aldı”, Tercüme Osman Soysal, Voltaire İletişim Ağı , 29 Ağustos 2019.

[6Fulton Speech on the ’Iron Curtain’”, “Winston Churchill speaking in Zurich on the United States of Europe”, by Winston Churchill, Voltaire Network, 5 March & 19 September 1946.

[7The Churchill Factor: How One Man Made History, Boris Johnson, Riverhead Books (2014).

[8Theresa May addresses US Republican leaders”, by Theresa May, Voltaire Network, 27 January 2017.

[9« Les experts militaires britanniques contredisent Theresa May », Réseau Voltaire, 3 avril 2018. “The Skripal Affair: A Lie Too Far?”, by Michael Jabara Carley, Strategic Culture Foundation (Russia) , Voltaire Network, 23 April 2018.