yüzyılda Charles de Steuben tarafından resmedilen Poitiers savaşına (8. yüzyıl) ilişkin bu tasvirde, Müslümanlar hem sert, hem de tahrik edici barbarlardır.

Birbirimize gönderdiğimiz çok sayıda elektronik posta sonrasında, genel olarak kabul gördüğünü sandığım birçok şeyin okuyucularımın tamamı tarafından aynı şekilde değerlendirilmediği ortaya çıktı. Aynı şekilde, bazılarını çoğunluğa mal edeceğiniz, bazıları ise sizi şaşırtacak olan kimi düşüncelere geri dönmek istiyorum.

Hepimiz insanız, ancak birbirimizden farklıyız

Uzak bir ülkeye seyahat etmek ve o ülkenin sadece otellerini ve güneşli plajlarını görmek mümkündür. Bu bronzlaşmak için iyi olsa da insani açıdan kaçırılmış bir fırsattır. Bu ülkede belki görünüşleri farklı, belki değil, etkileşimde bulunabileceğimiz bizim gibi insanlar yaşamaktadır. Kuşkusuz bunlardan bazılarıyla dostluk bağı da kurulacaktır.

Genel olarak yolcu, herhangi bir sorunla başa çıkabilmek için her zaman ziyaret ettiği ülkenin insanlarından daha fazla imkana sahip olmaya özen gösterecektir. Belki de bu rahat durumda, meçhule adım atıp birkaç kişiyle yakınlaşacaktır. Ama varlıklı bir zenginle kim özgürce konuşacak ve mutluluğunu ve endişelerini ona açacaktır?

Aynı şey uluslararası ilişkiler için de geçerlidir: Yurtdışında neler olup bittiğini gerçekten bilmek ve anlamak her zaman çok zordur.

Uluslararası ilişkiler, bize yabancı olan çok sayıda aktörü içermektedir. Yani yabancısı olduğumuz travmaları ve hırsları olan ve onları anlayabilmemiz için bunları paylaşmamız gereken insanlar. Onlar için önemli olan, her zaman bizi ilgilendiren bir şey de olmayabilir. Eğer onlarla birlikte yol almak istiyorsak, bunları keşfetmemiz için geçerli nedenlerimiz var demektir.

Neden farklı düşündüklerini anlayana kadar her birimiz değerlerimizi diğerlerinden niteliksel olarak üstün görmekteyiz. Yunanlılar, yabancılara «barbar » olduklarını söylediler. Eğitim düzeyleri ne olursa olsun, tüm halklar aynı şekilde düşünmektedir. Bunun ırkçılıkla değil, cehaletle bir ilgisi vardır.

Bu, tüm kültürlerin ve uygarlıkların eşit olduğu ve rastgele her yerde yaşamak isteyeceğiniz anlamına gelmemektedir. Bazı yerlerde insanların gözleri donuk, bazı yerlerde ise parlaktır.

Ulaşım araçlarının gelişimi, birkaç saat içinde herhangi bir yere ulaşmayı mümkün kılmaktadır. Kısa bir süre içerisinde başka bir dünyaya atılmakta ve sanki kendi evimizdeymişiz gibi düşünmeye ve hareket etmeye devam etmekteyiz. En iyi ihtimalle, ülkelerini ziyaret etmeden önce bu yabancılar hakkında bir şeyler okuruz. Ancak onlarla karşılaşana kadar, onları hangi yazarların anladığını ve hangilerinin konuyu ıskaladığını bilemeyiz.

Gerçek şu ki, halkını anlamak için bir ülkeye seyahat etmek şart değildir. Onlar da seyahat edebilirler. Ancak muhataplarımız konusunda yanılmamız gerekir: ebeveynlerinden kaçtıklarını iddia edenler ve onlar hakkında kötü şeyler söyleyenler çoğu zaman kahraman değil yalancıdırlar. Bunlar her zaman kötü insanlar olmak zorunda değildirler, bizi memnun etmeyi hayal ettiklerini de söyleyebilirler ve onları daha iyi tanıdığımızda hikayelerini değiştirebilirler. Ancak, siyasi sürgünler karşısında çok dikkatli olmalıyız: Londra’daki Ahmet Çelebi’yi Charles De Gaulle ile karıştırmamalıyız. İlki bir dolandırıcılığın ardından Irak’tan kaçmış ve her konuda yalan söylemişti; ikincisi ise Fransa’da gerçek bir halk desteğine sahipti. Birincisi ülkesinin kapısını işgalcilere açtı, ikincisi ülkesini işgalcilerden kurtardı.

İnsanlar yaş aldıkça değişir. Halklar da aynı, ama çok daha yavaş bir şekilde. Onlar niteliklerini yüzyıllar içerisinde kazanırlar. Bu nedenle, yanılarak dinlerinin vahyinden önceki dönemleri karanlık bir devir olarak gören Müslümanlar gibi, geçmişlerini görmezden gelseler bile, onları anlamak için tarihlerini ayrıntılı olarak incelemek gereklidir. Her halükarda, bir halkın son on yıllık değil ama binlerce yıllık tarihini bilmeden anlamak mümkün değildir. Kahramanların tarihini ve gerekçelerini ayrıntılı olarak incelemeden, oraya giderek bir savaşı anladığınıza inanmak için kendinizi çok beğenmiş olmalısınız.

İnsanları tanımak için iyi olan şey onlara hükmetmek için de iyidir. Bu nedenle İngilizler, en ünlü casuslarını ve diplomatlarını British Museum’da eğitmiştir.

« Kötüler »

Anlamadığımız şeyler bizi genellikle korkutur.

Bir insan grubunda, seçkin bir grup, hatta tek bir kişi başkalarına, akranlarına baskı uyguladığında, bunu ancak onların kendi rızaları ile yapabilir. Mezheplerde tanık olduğumuz tam olarak budur. Bu mazlumların yardımına koşmak istiyorsak çözüm, gruplarına yaptırım uygulamak ya da liderlerini ortadan kaldırmak değil, onlara temiz hava alma imkanı tanımak, başka türlü yaşayabileceklerinin farkın varmalarına yardımcı olmaktır.

Sekter gruplar, dünyanın geri kalanı için yalnızca göreceli bir tehlike oluşturmaktadır. Özellikle de kendilerini yok etmeye yol açabilecek şekilde bizzat kendileri için tehlike oluşturmaktadırlar.

Çoğunluğun iradesine karşı duran bir diktatörlük yoktur. Çünkü bunun olması imkansızdır. Zaten demokratik sistemin de kökeni budur: liderlerin çoğunluk tarafından onaylanması, her türlü diktatörlüğü engellemektedir. Bugüne kadar tanık olduğum ve halkının çoğunluğunu ezen tek rejim Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’dir. Onun bununla hiçbir ilgisi yoktu ve onu tasfiye eden kendisiydi.

Amerika Birleşik Devletleri’nin « Renkli Devrimler »i örgütlerken kullandığı ilke budur: hiçbir rejim, ona itaat etmeyi reddedersek hayatta kalamaz. Anında çöker. Dolayısıyla herhangi bir rejimi değiştirmek için kitleleri kısa bir süreliğine manipüle etmeniz yeterlidir. Kitlelerin aklı başına geldiğinde olayların devamı tabi ki tahmin edilemez. Bu sözde devrimler yalnızca birkaç gün sürmektedir. Yıllar, hatta bir nesil süren toplumsal değişimler ile hiçbir ilgileri yoktur.

Ne olursa olsun, uzaktaki bir ülkeyi acımasız bir diktatörlük olarak tanımlamak ve orada ezilen halkın kurtarılması için ülkeye müdahaleyi haklı göstermek her zaman kolaydır.

Bütün insanlar mantıklıdır. Oysa bir İdeoloji veya bir Din adına Akıllarını devre dışı bıraktıklarında deliliğe evrilebilirler. Bunun söz konusu ideolojinin projesiyle veya bu dinin inancıyla hiçbir ilgisi yoktur. Naziler, Versailles Antlaşması’ndan daha iyi bir dünya inşa etmeyi umuyorlardı, ancak işledikleri suçların farkında değillerdi. Ortadan kayboldular ve elde ettikleri başarılar unutuldu (VolksWagen ve Wernhervon Braun tarafından uzayın fethi hariç). İslamcılar (buradaki İslam dininden değil, siyasi hareketten bahsediyorum) tanrısal iradeye hizmet ettiklerini sanmaktadırlar, ancak işledikleri suçların farkında değildirler. Hiçbir şey başaramadan yok olacaklardır. Bu iki grubun ortak yönleri körlüktür. İlki Sovyetlere karşı, ikincisi ise Birleşik Krallık tarafından kolaylıkla manipüle edilebildiler.

Mesajı ne olursa olsun hiçbir din bağışık değildir. Hindistan’da Yogi Adityanath (Başbakan Narendra Modi’nin yakın arkadaşı) 1992’de kitleleri Ayodhya camisini yıkmaya çağırdı ve on yıl sonra müritleri haksız yere intikam almak istemekle suçladıkları Gujarat Müslümanlarını katletti. Veya Myanmar’da, Budist keşiş AshinWirathu (ne Aung San SuuKyi ile ne de Burma ordusuyla hiçbir ilgisi olmayan) Müslümanları öldürmeyi vaaz etmektedir.

Aklımızı dikkate almadığımızda insan şiddetinin sınırı yoktur. Bunu uygulayanlar sanatçılardır: bir tarzları vardır ve muhteşem yöntemler hayal etmektedirler. Grup zulmü yalnız sadist bir zevk değil, kolektif bir ritüeldir. Korkudan buz kestirir ve boyun eğmeye zorlar.

IŞİD, daha da fazla korkutmak için özel efektler kullanmaktan çekinmeden suçlarını sahneleyip filme aldı.

Nazilerin milyonlarca mahkumu öldürme niyetinde olmaları düşük olasılıktır. Daha çok yaşamlarını hesaba katmaksızın işgüçlerini sömürme niyetindeydiler, çünkü kurbanlarını « gece ve sis » içerisinde yok ederek suçlarını gizlice işlediler.

Aksine, beyaz ordulara karşı yürütülen savaş sırasında Bolşevikler, çarlıktan yana sosyal sınıfları ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bunun muhtemelen ideolojileriyle değil, iç savaşla ilgisi vardı. Dolayısıyla onları kurşuna dizmekle yetindiler.

(devam edecek…)

Çeviri
Osman Soysal