Filistin’de 66 yıldan beri durmaksızın sürdürülen savaş, “Kardeşlerimizin muhafızları” adı verilen İsrail operasyonlarından sonra “Sabit kayalar”, (ne garip bir şekilde Batı medya kuruluşlarında) “Koruyucu sınır” olarak yer verilen operasyonla birlikte geri sekerek yeni bir boyut kazandı.

Gelinen bu yeni boyuta kanıt olarak Tel-Aviv yönetimi operasyonlara başladı. Ve “Hamas’ın kökünü kazımak” amacıyla, kaçırılan üç İsrail gencini bahane ederek, halen görev başında bulunan İsrail savunma Bakanının [1] 2007’de hazırladığı plana göre Gazze’deki doğalgaz kaynakları işletmesini ele geçirmek için yapılan savaş operasyonu Direniş hareketi sınırlarını çoktan aştı bile. İslami Cihad Hareketi de, Hamas Örgütü tarafında fırlatılan roketlere ilaveten, havada izlenmesi zor olan orta menzili roketleri göndermek suretiyle cevap verdi.

Şimdiye kadar 1500’den fazla Filistinli ve 62 İsraillinin hayatına mal olan (İsrail tarafındaki zayiat rakamı askeri sansürden geçmiş olup, muhtemelen bu rakam düşük gösteriliyor) bu olayların şiddeti bütün dünyada İsrail’e karşı protesto dalgasına neden oldu. 22 Haziran’da toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 15 üye devleti, Tel-Aviv’in bu tutumu ve “cezalandırma kültürü” karşısında duydukları öfkelerini dile getiren diğer 40 devlete açıklama yapma konusunda söz hakkı verdiler. Oturum, normal şartlarda 2 saat sürerken, 9 saat sürdü [2].

Bolivya, sembolik olarak, İsrail’i “terörist devlet” olarak ilan edip, serbest dolaşımla ilgili anlaşmayı feshetti. Ancak, protestolar ile ilgili açıklamalardan sonra, İran ve sembolik olarak Suriye’nin haricinde, askeri yardım yapılacağına dair herhangi bir açıklama yapılmadı. İran ve Suriye yönetimleri, Hamas Örgütünün askeri kanadı olan (siyasi kanadı olmayan, Müslüman kardeşler) İslami Cihad Hareketi ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi- Genel Komutanlığı (FHKC-GK) faaliyetleri üzerinden Filistin halkını destekliyorlar.

Daha önce yapılan operasyonların aksine (2008’de “dökme kurşun” ve 2012’de “Bulut Sütunu”), Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyinde İsrail yönetimini savunan iki devlet (ABD ve İngiltere) İsrail’in aslında insani yükümlülüklerini yerine getirilmesi yönünde olabilecekken, kamuoyuna başka bir açıklamanın yapılmasına kolaylık sağladılar [3]. Bundan dolayı, taraflar arasında 1948’den beri süre gelen bir anlaşmazlık sorununun ötesinde, en azından İsrail yönetiminin orantısız güç kullanmasına başvurmasını kınama yönünde sözüm ona bir konsensüse varılmıştı.

Ancak, varılan bu sözde konsensüs, gündemdeki bu konunun farklı açılarda analiz edilmesini maskeliyor: Bazı yorumcular taraflar arasında süregelen bu anlaşmazlığı Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki din savaşı olarak değerlendiriyorlar; başka yorumcular ise, bu anlaşmazlığın aslında, klasik kolonyal şemaya göre siyasi bir savaş olduğunu düşünüyorlar. Doğru tespit hangisi ola, acaba?

Siyonizm nedir?

İngiltere kalvinistleri XVII. yüzyılın ortalarında Oliver Cromwell etrafında toplandılar, rejimin dini inanç düzeni ve hiyerarşisini tartışmaya açtılar. Anglikan monarşi yönetimi devrildikten sonra, “Koruyucu Lord” İngiliz halkına, Hıristiyanlığa dönüşü kabul eden ve 1000 yıl boyunca (“Milenyum”) barış içinde yaşama olanağı verecek olan, 7 yıllık yaşanan sıkıntıyı aşmak üzere gerekli ahlaki temizliği edinme imkânını sağlayacağını iddia etti [4].

Bu iddiasını gerçekleştirmek için, İncil’e getirilen yeni yorumuna göre, Yahudilerin yeryüzünün ücra köşelerine dağılmaları ve daha sonra Süleyman Mabedini inşa etmek üzere, toplanıp Filistin topraklarına dönmeleri gerekiyordu. Bu düşünce temeline dayanarak, 1656’da yürürlüğe konulan, Yahudilerin İngiltere’ye yerleşmesini yasaklayan bağnaz bir rejim (regime puritain) kuruldu ve ülkesinin Filistin topraklarında bir İsrail devleti kurma taahhüdünü verdiğini beyan etti.

Cromwell mezhebi “ilk İngiliz İç Savaşı” sonunda devrildiğinde, taraftarları ya öldürüldü, ya da sürgüne gönderildi. Anglikan monarşi yönetimi yeniden kurulunca, Siyonizm düşüncesi (Filistin topraklarında Yahudi devletinin kurulma projesi) terk edildi.

Siyonizm düşüncesi XVIII. yüzyılda, “İngiltere’de yaşanan ikinci İç savaşla” birlikte tekrar gündeme geldi (İngiltere’de, orta öğretim tarih kitaplarında verilen tanımlamaya göre). Dünya’nın geriye kalan kısmı, bu aşamadan itibaren yaşanan olayları “Birleşik Devletlerin bağımsızlık savaşı” olarak öğrendi (1775-1782). Genel kabul gören bir düşüncenin aksine, bu süreçte yaşanan olaylar, bir süre sonra Fransız Devrimini hazırlayan Aydınlamacıların idealiyle pek örtüşmüyor. Ancak, dönemin Fransa Kralı tarafında finanse edilerek, “Kralımız, İsa Mesih’tir” sloganı seslendirilmek üzere dinsel bazı gerekçelerle sürdürüldü.

George Washington, Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin ortaya çıkıp, Oliver Cromwell’in sürgündeki taraflarının halefleri olduklarını açıkladılar. Ve böylece ABD’de mantıksal olarak Siyonist projesine başlanmış oldu.

İngiltere’de, Kraliçe Viktoria 1868’de Yahudi dininden olan Benjamin Disraeli’yi Başbakan olarak tayin etti. Atanan Başbakan, Kraliyet Tacı iktidar gücünü dünya çapına yaymak amacıyla destek noktasını halka dayandıracak şekilde, Cromwell taraftarları soyundan gelen kesime bazı demokrasi uygulamalarını götürmeyi önerdi. Yahudi Başbakan, İngiltere’nin öncüsü olacağı emperyalist bir politika yürütmek amacıyla özellikle diaspora Yahudileriyle işbirliği yapma önerisinde bulundu. 1878’de, Berlin Kongresi gündemi, dünyanın yeniden paylaşım programına “İsrail’in restorasyonu” maddesini yazdırdı.

Birleşik Krallık, Siyonist bu temele dayalı olarak, eski sömürgeleriyle yeni iyi ilişkiler kurdu. Birleşik Devletlerde “Amerikan İç Savaşı” olarak bilinen, Avrupa Kıtasında Beyaz Anglo-Saxon Püritenler (WASP), Cromwell taraftarları halefleri zaferini yaşayanlar, “Avrupa İç Savaşı” (1861-1865) olarak tanımlanan İngiltere Üçüncü İç Savaşı” sonunda, Amerika Birleşik Devletleri ortaya çıktı [5]. Bu durum da bile, Kuzeydeki 5 devlette kölecilik uygulaması hala da mevcut iken, yaşanan anlaşmazlığı köleciliğe karşı mücadele olarak sunmak oldukça yanlış bir değerlendirmedir.

Yaklaşık olarak XIX. yüzyılın sonuna kadar Siyonizm, yalnızca seçkin bir Yahudi sınıfının fayda sağladığı Anglo-Saxon Püriten bir projeydi. Siyonizm düşüncesi, Tevrat Kitabını (Torah) izlenecek siyasi bir plan kitabı değil de, bir kinaye metni (allégorie) olarak yorumlayan Hahamlar (rabbins) tarafından şiddetle kınanmıştı.

Bu tarihsel olayların günümüze yansıyan mevcut haliyle etkileri dikkate alacak olursak, şayet Siyonizm, Yahudiler için bir devletin kurmasını hedefliyorsa, bu hedef aynı zamanda ABD’nin de amacıdır. Bundan dolayı, genel olarak siyasi kararların Washington’da mı, yoksa Tel-Aviv’de mi alındığı sorusuna cevap aramak, sadece tali bir konudur. Her iki başkentte de iktidarda olan aynı ideolojidir. Ayrıca, Washington ve Londra arasında uzlaşma sağlanmasına olanak veren Siyonizm düşüncesi oldu. Aynı zamanda, bu düşünceden dolayı ortaya çıkan dünyanın bu en güçlü ittifakına bizzat Siyonizm’in kendisi saldırmıştır.

Yahudi halkının Anglo-Saxon Siyonizm’ine dâhil olması

Şimdilerde mevcut resmi tarih bakış açısına göre, XVII ve XIX. yüzyıllarda yaşanan olaylar dönemini ve Theodor Herzl’in (politik) Siyonizm’in kurucu babası olduğunu unutturulmaya bırakılması olağandır. Oysa Dünya Siyonizm Organizasyonu iç kamuoyuna yönelik yayınlarından anlaşıldığına göre bu bakış açısının aslında yanlış olduğu görülüyor.

Çağdaş Siyonizm’in kurucu babası aslında Yahudi bile değildi, Hıristiyanlık dininin genel kuralları dışına çıkabilen (dispentionnaliste) Hıristiyan bir kişiydi. Muhterem William E. Blackstone, Hıristiyanlığa gerçekten de inananların ibadet vecibelerine yerine getirmek üzere, yönettiği zamanın sonu ayinlere katılmadığı ABD’li bir vaaz verme meraklısı biriydi. Papaz William Blackstone öğretisinde, verilecek nihai savaş döneminde (Kilise’nin tutsaklığı/kendinden geçme teolojisi, “ing; the rapture”) Hıristiyanların gökyüzü makamına çıkacaklarını vaaz veriyordu. Ona göre Yahudiler bu savaşı verecekler ve sonunda Hıristiyan dine dönmüş ve muzaffer olarak çıkacaklar.

Washington’un herhangi bir hatası olmaksızın İsrail devletinin kurulmasına temel teşkil eden William Blacstone’un teolojisi olmuştur. Bütün bu gelişmeler, İsrail yanlısı bir lobi olan Amerikan İsrail kamu İşleri Komitesi AIPAC (American Israel Public Affairs Committee) kurulmadan ve ABD Kongresinde kontrolü ele geçirmeden önce olmuştu. Doğrusunu söylemek gerekirse, İsrail yanlısı lobinin yaptırım gücü, bu ideolojinin her zaman ABD’de sunduğu gibi, elinde bulundurduğu sermaye oranından ve seçim kampanyaları dönemlerinde finansman sağlama kapasitesinden gelmiyor.

Bu Kilisenin tutsaklığı/kendinden geçme teolojisi, ne kadar aptalca görünse de, bugün bile ABD’de çok güçlüdür [6]. Bu teoloji yayınevleri politikasında ve sinema sektöründe var olan bir fenomeni temsil ediyor (Ekim ayında vizyona verilecek Left Behind filmi, Nicolas Cage)

Theodor Herzl, İngiliz emperyalizmi teorisyeni ve Güney Afrika, Rodezya (kurucusunun adını alan), Zambiya’nın (eski Kuzey Rodezya) kurucu babası, İngiliz asıllı Güney Afrikalı siyasetçi, elmas tüccarı/ yontucusu Cecil John Rhodes’ın hayranıydı. Theodor Herzl Yahudiliğe (israélite) inanmıyordu (Tanrıya inancı yoktu) ve oğlunu sünnet bile etirmemişti. Çağının birçok Avrupa burjuvalarında olduğu gibi ateistti. Her şeyden önce Yahudilerin Hıristiyanlaştırmak suretiyle asimile edilmelerini salık veriyordu. Ancak, Benjamin Disraeli teorisini yeniden ele alarak, şimdiki Uganda veya Arjantin topraklarına bir Yahudi Devleti kurmak marifetiyle İngiliz kolonyalizmine katı sağlamada en iyi yol olduğu sonucuna vardı. Toprak satın alma ve Yahudi Ajansı kurma faaliyetinde Rhodes örneğini dikkate aldı.

Willian Blackstone, Hıristiyanlık dininin genel kuralları dışına çıkabilenlerin (dispentionnaliste) kaygılarını/uğraşılarını kolonyalistlerin amacıyla birleştirmek üzere Theodor Herzl’i ikna etti. Bu yolda hedeflerine varmaları için Filistin topraklarında İsrail devletini kurmayı düşünmek ve Kutsal Kitap Tevrat’tan referans alma noktalarını çoğalmak yeterli oldu. Gayet basit olan bu düşünce sayesinde, Avrupa’da yaşayan Yahudilerin çoğunluğunu saflarına katmalarında başarı elde ettiler. Günümüzde Herzl İsrail’dedir (Herzl Dağında) ve İsrail Devleti, William Blackstone’un kendisine hediye ettiği kabul edilen Kitab-ı Mukaddes’i tabutuna, bağrına koymuştur.

Siyonizm ideolojisinin hiç bir zaman “Yahudi halkına bir ülke vermek suretiyle, kurtarılmasını” hedefleyen bir programı olmadı. Ancak, Yahudilerin içinde bulunduğu durumu emperyalizm hedefleriyle birleştirerek, Anglo-Saxon emperyalizmine zafer kazandırdı. Ayrıca, yalnızca Siyonizm olgusu Yahudi kültüründen gelmiyor, aynı zamanda, Siyonist ideolojisini benimseyen insanların çoğunluğu Yahudi (israélite) bile olmadığından dolaysı, Siyonistlerin çoğunluğu hiçbir zaman Yahudi olmadı. İsrail yönetiminin resmi söylemlerinde yer alan, Kitab-ı Mukaddes’ten alınan referanslar, ülkede bulunan yalnızca inançlı bir kesimin düşüncesini yansıtıyor. Bu referanslar her şeyden önce ABD’deki Yahudi popülasyonun ikna edilmesine yöneliktir.

Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulması için Anglo-Saxon Anlaşması

Filistin topraklarında Yahudi bir devletin kurulması kararı İngiltere ve ABD devletlerinin ortak kararıyla alınmıştı. Devletini kurulması fikri, ABD Yüksek mahkemesinde Yahudi bir Baş Yargıç olan Louis Brandeis tarafından, muhterem Willian Blackstone’un himayesinde görüşmelere açılmıştı. Ortadoğu coğrafyasının paylaşımını konu alan, Sykes-Picot adıyla anılan İngiltere-Fransa anlaşması gereği, ABD’in 28.Başkanı Woodrow Wilson (1913-1921) ve dönemin Başbakanı David Llyod tarafında da onaylanmıştı. Böylece, bir Yahudi devletinin kurulması anlaşması tedricen kamuoyuna sunulmuş oldu.
Kolonilerden sorumlu, geleceğin Devlet Bakanı Leo Amery, İngiltere ordusu bünyesinde “Yahudi lejyonu” oluşturmak suretiyle, Ze’ev Jabotinsky ve Chaim Weizmann adlı iki İngiliz ajanıyla birlikte, eski “Siyon Kervancıları Topluluğuna” yön vermek üzere tayin edildi.

Dışişleri Bakanı Lord Balfour (Athur James Balfour) 02 Kasım 1917’de, Filistin topraklarında “Yahudi Ulusal Evini” (foyer national juif) kurmak üzere işe başlayacağına dair Lord Walter Rotschild’e açık mektup yazdı. İsrail devletinin kurulması yolunda, gerektiğinde resmi savaş açma hedefinde olanlar arasında Başkan Wilson da vardı (18 Ocak 1918’de Kongreye sunulan 14 maddenin 12’incisi) [7].

Sonuç itibariyle, İsrail devletinin kurulma olgusu hikâyesi ile bu aşamadan yirmi yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa Yahudilerinin imha edilmesi olayları arasında hiçbir bağ yoktur.

Emir Faysal (Mekke Şerifinin oğlu ve daha sonra İngiliz mandası Irak’ın Kralı), 03 Ocak 1919’da yapılan Paris Barış Konferansı sırasında, Anglo-Saxon kararını destekleyerek, Siyonist Organizasyonu ile bir anlaşma imzaladı.

İsrail devletinin kurulması, Filistin topraklarında yaşayan halkın iradesine rağmen, Arap monarklarının da anlaşmaya katılmasıyla hayata geçti. Ayrıca, dönemin Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali, Hamas örgütünün şimdilerde Kur’an’ı Kerimi yorumladığı gibi yorumlamıyordu. “Müslümanlara ait bir toprağın” Müslüman olmayan birileri tarafında yönetileceğini pek düşünmek bile istemiyordu.

İsrail Devletinin yasal olarak kurulması

Siyonist organizasyonlar Mayıs 1942’de New York, Biltmore Otelinde Kongrelerini yaptılar. Katılımcılar Filistin topraklarında “Yahudi Ulusal Evini” “Yahudiler Topluluğuna” (Commonwealth Juif) dönüştürme (Oliver Cromwell’in kısaca İngiltere monarşisin yerine koyduğu Commowealth referansı) ve Yahudilerin kitlesel olarak Filistin’e doğru göç etmelerini organize etme kararını aldılar. Gizli olarak düzenlenen bir belgede üç hedef tespit edilmişti: “1) Kurulacak Yahudi devleti sınırları, Filistin topraklarının bütününü ve muhtemelen Ürdün topraklarını da aşan bölgeyi kapsaması; 2) Arap popülasyonunun Irak’a tehcir edilmesi; 3) Yahudilerin, Ortadoğu coğrafyasını kapsayacak şekilde, ekonominin gelişme arz eden sektörlerini ve kontrolünü ele geçirmesi”.

Kongreye katılanların neredeyse hepsi “Yahudi sorununun nihai hedefinin” (die Endlösung der Judenfrage) örtülü bir şekilde Avrupa’da başladığının farkında bile değillerdi.

Sonuç olarak, İngilizler hem Yahudileri ve hem de Arapları nasıl tatmin edecekleri konusunda çıkmaza girdikleri zaman, Birleşmiş Milletler (o zaman 46 üye ülkeden oluşuyordu) İngilizlerin sunduğu verilere göre Filistin topraklarının bir paylaşım modelini önerdiler. Arap ve Yahudileri kapsayan iki milletli bir devlet ve özellikle (Kudüs ve Betlehem) gibi kutsal kabul edilen bölgelerin yönetimi olmak üzere, “uluslararası bir rejim altında” bir alanın/bölgenin kurulması gerektiği kararı alındı. Bu proje Genel Kurulun 181 sayılı kararıyla kabul edildi [8].

Yahudi Ajansı başkanı David Ben Gourion, görüşmelerin sona ermesini beklemeden, tek taraflı olarak İsrail devletinin kurulmasını ilan etti. Ve ABD yönetimi de hemen bu yeni devleti tanıdı. İsrail toprakları olarak ilan edilen bölgede bulunan Araplar sıkıyönetim rejimine alındılar, hareket alanlarına kısıtlama getirildi, pasaportlarına el konuldu. Daha yeni bağımsızlıklarına kavuşan Arap ülkeleri müdahale ettilerse de, henüz yasal orduları olmadıklarından dolayı yenilgiye uğradılar. İsrail, bu savaş sürecinde, etnik temizlik hareketine başladı ve en azında 700.000 Arap kaçmak zorunda kaldı.

Bölgeye gönderilen Birleşmiş Milletler temsilcisi, daha sonraları İsrail Başbakan olacak İshak Şamir’ın talimatı üzerine 17 Ekim 1948’de öldürüldü.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu öfkeden küplere binerek, 181 sayılı kararın ilkelerini de kapsayacak şekilde 194 sayılı kararı onayladı. Ayrıca, Filistinlilerin topraklarına dönmek üzere devredilmez hakları olduğunu ilan etti ve maruz kaldıkları haksızlıktan dolayı kendilerine tazminat verilmesi kararını aldı [9].

Bununla birlikte İsrail Devleti, Birleşmiş Milletler (BM) Barış Elçisi, İsveçli Diplomat Kont Folke Bernadotte’ın 17 Eylül 1948’de yapılan suikast sonucunda ölümünden sonra, BM’nin alınan kararları onurlandırma sözü özerine, İsrail’in saldırganları yakalayıp mahkeme önüne çıkarması ve cezalandırması BM nezdinde kabul görmüştü. Oysa bütün bunların yalnızca bir yalandan ibaret olduğu daha sonra anlaşıldı. Saldırganlar af edildikten hemen sonra, tetiği çeken katil İsrail Başbakanı David Ben Gourin’ı koruma görevine getirildi.

İsrail’in BM’ye alınmasından itibaren, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyinde toplanan kararları ihlal etmesinin sonu gelmedi. Güvenlik Konseyi üyesi, veto etme hakkına sahip iki devlet ile olan organik bağları İsrail’i uluslararası hukukun dışında tutmaya hizmet etti. İsrail devleti, ABD ve İngiltere’nin, yapay olarak yaratılan bu devletin icraatlarını sürekli olarak çiğnediği uluslararası hukuk hükümlerine uydurmaya çalıştığı adeta bir off shore devleti haline geldi.

İsrail’in sebep olduğu sorunların yalnızca Ortadoğu coğrafyası ile sınırlı olduğunu düşünmek tamamıyla yanlış bir değerlendirmedir. İsrail devleti bugün bile, Anglo-Saxon emperyalizmin örtüsü altında küresel çapta askeri faaliyetlerde bulunabiliyor. Latin Amerika’da; Venezuella’da Hugo Chavez’e karşı 2002’de düzenlenen darbe sürecinde baskı düzenleyen ve 2009’da Honduras’ta Jose Manuel Zelaya’yı devirme operasyonu yapan İsrail ajanlarıydı. Afrika’da; Büyük Göller savaşının (Grand Lacs) sürdüğü sıralarda İsrail ajanları görev başındaydı. Albay Muammer El-Kaddafi’nin yakalanması çalışmalarını organize ediyorlardı. Asya’da; Tamil Kaplanlarına karşı 2009’da saldırı ve suikast operasyonlarını yönettiler. Washington ve Londra her defasında kınama yapar gibi davranır, ancak, somut hiçbir adım atılmaz. Ayrıca, İsrail devleti (ABD Merkez Bankası) gibi medya ve finansman kurumları kontrol ediyor.

Emperyalizme karşı savaş

Sovyetler Birliğinin dağılmasına kadar her kes için İsrail sorununun emperyalizme karşı mücadeleden geçtiği açık bir konuydu. Bütün dünya’da, gelip saflarında yer alan Japonya Kızıl-Ordu üyelerine kadar, anti-emperyalizme karşı mücadele veren herkes Filistin davasına destek veriyordu.

Günümüzde tüketim toplumunun küreselleşmesi ve bu durum sonucunda, toplumsal değerlerde kayıpların yaşanması İbrani devletinin kolonyal karakterinde bilinç kaybına neden oldu. Yalnızca Araplar ve Müslüman topluluklar kaygı yaşadılar. Filistinlilerin geleceği konusunda empati yaptılar. Ancak, dünyanın diğer bölgelerinde İsrail’in işlediği cinayetlerden habersiz olup, emperyalizmin işlediği diğer suçlara karşı tepkisiz kaldılar.

(İran İslam devriminin ruhani lideri) Ayetullah Ruhullah Humeyni 1979’da, kendisine inanan İranlılara, İsrail’in emperyalist güçlerin elinde bir oyuncak olduğunu ve gerçek düşmanın aslında ABD ve İngiltere ittifakının olduğunu açıklamıştı. Humeyni, bu basit gerçeği açıkladığı için, Batılı ülkelerde karikatürize edildi ve Şiiler de Doğuda sapkın mezhep olarak sunuldular. Bugüne gelindiğinde, Körfez ülkeleri Güvenlik Konseyi toplantıları sırasında Arap Siyonist rejimleri, video-konferansı üzerinde İsrail Cumhurbaşkanı ile faydalı sıcak görüşmelerde bulunurken, Filistin Direniş Hareketine danışma yardımı ve ağır silah gönderen dünyadaki tek ülke İran oluyor [10].

Çeviri
Nizamettin Karabenk
Kaynak
Bir Gün (Turquie) ">Bir Gün (Turquie)

Metinde geçen Yahudi “Juif” kavramı Yahudi kültürü ve soy silsilesinden dolayı, kişinin kendisini Yahudi olarak kabul ettiğinden, Yahudi etnisitesini tanımlıyor. Yahudi/İsrailli (israélite) kavramı ise; Yahudi dini/Yahudilik ile ilgilidir.

[1Doğalgaz savaşının Doğu Akdeniz’e yayılması”, yazanThierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, El-Vatan (Suriye), Voltaire Ağı , 21 Temmuz 2014.

[4Sur l’histoire du sionisme, on se reportera au chapitre correspondant (« Israël et les Anglo-Saxons ») de mon livre L’Effroyable imposture 2, Manipulations et désinformations, Edition Alphée, 2007. Les lecteurs y trouveront de nombreuses références bibliographiques.

[5The Cousins’ Wars : Religion, Politics, Civil Warfare and the Triumph of Anglo-America, Kevin Phillips, Basic Books (1999).

[6Voir notamment American Theocracy (2006) de Kevin Phillips, un historien exceptionnel qui fut un des conseillers de Richard Nixon.

[7La formulation du point 12 est particulièrement sibylline. Ainsi, lors de la conférence de paix de Paris, en 1919, l’émir Fayçal l’évoqua pour revendiquer le droit des peuples anciennement sous le joug ottoman à disposer d’eux-mêmes. Il s’entendit répondre qu’il avait le choix entre une Syrie placée sous un ou sous plusieurs mandats. La délégation sioniste fit valoir que Wilson s’y était engagé à soutenir le Commonwealth juif à la grande surprise de la délégation états-unienne. En définitive, Wilson confirma par écrit qu’il fallait entendre le point 12 comme un engagement de Washington pour la création d’Israël et à la restauration de l’Arménie.

[8« Résolution 181 de l’Assemblée générale de l’Onu », Réseau Voltaire, 29 novembre 1947.

[9« Résolution 194 de l’Assemblée générale de l’Onu », Réseau Voltaire, 11 décembre 1948.