ABD’nin Suriye’den çekilmesi, ardından derhal düzeltilmiş olsa dahi, Washington’un artık « zaruri İmparatorluk », dünyanın jandarması olma niyetinde olmadığını açıkça göstermektedir. Uluslararası ilişkilere ilişkin tüm kuralları kısa sürede sarsmıştır. Her büyük gücün yeni bir ajandayı takip ettiği bir geçiş dönemine girmiş bulunuyoruz. İşte başlıcalar:

Üç « büyükler »

Amerika Birleşik Devletleri

İki İmparatorluğun birbirine yaslandığını kabul ettiğimizde, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ABD’nin de çöküşünü desteklemesi beklenmeliydi. Oysa öyle olmadı. Başkan Baba George Bush, « Çöl Fırtınası » Harekatı ile Washington’un bütün ulusların tartışmasız lideri haline gelmesini sağladı, ardından 1 milyon askeri terhis etti ve refah arayışı içerisinde olduğunu ilan etti.

Ulusötesi şirketler bunun üzerine, ABD’li mevkidaşlarından yirmi kat daha az ücret alan Çinli işçilere ürünlerini üretmeleri için Deng Xiaoping ile bir anlaşmaya vardılar. Bu durum, uluslararası mal taşımacılığında önemli bir gelişmeye, ardından da ABD’de istihdamın ve orta sınıfların hızla gerilemesine yol açtı. Sınai kapitalizm mali kapitalizm tarafından desteklendi.

1990’ların sonunda, Rusya Diplomasi Akademisi’nde profesör olan İgor Panarin, Amerikan toplumunun ekonomik ve psikolojik çöküşünü analiz etti. Yeni devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği’ne yaşananlar örneğinde bu ülkenin dağılması varsayımından söz etti. Çöküşü geciktirmek için, Bill Clinton NATO’nun Yugoslavya saldırısıyla ülkesini uluslararası hukuktan muaf tuttu. Bu çabanın yetersiz kaldığı anlaşılınca, ABD’nin önde gelen isimleri, ülkelerini mali kapitalizme uyarlamayı ve gelecek dönemin bir « Amerikan asrı » olması için uluslararası ticareti güç kullanımı yoluyla düzenlemeyi hayal ettiler. ABD, Oğul George Bush ile birlikte, lider ülke konumunu terk etti ve kendisini mutlak bir tek kutuplu güce dönüştürmeye çalıştı. « Genişletilmiş Ortadoğu »nun bütün devlet yapılarını tek tek yok etmek için « bitmeyen savaşı » veya « teröre karşı savaşı » başlattı. Barack Obama, bu görevi çok sayıda müttefiki dahil ederek sürdürdü.

Bu politika meyvesini verse de bundan ancak çok az sayıda « süper zengin » yararlandı. Amerikalılar, Donald Trump’ı federal devlet başkanlığına seçerek tepki gösterdiler. Trump öncekilerden ayrıldı ve SSCB’deki Mihail Gorbaçov gibi, ABD’yi en pahalı taahhütlerini yerine getirerek kurtarmaya çalıştı. İstihdamlarını yurtdışına kaydıranlar karşısında yerli sanayiciyi teşvik ederek ekonomisini canlandırdı. Kaya gazı çıkarma işlemini destekledi ve OPEC ve Rusya’nın oluşturduğu kartele rağmen küresel hidrokarbon pazarının kontrolünü ele geçirdi. Ordusunun önemsiz sonuçlar için muazzam bir bütçeyi boşa harcayan, her şeyden önce devasa bir bürokrasi olduğunu bilerek, IŞİD ve PKK’yı desteklemekten vazgeçer ve Rusya’yla « bitmeyen savaşı » en az zararla sona erdirmenin bir yolunu bulmaya başlar.

Önümüzdeki dönemde, Amerika Birleşik Devletleri öncelikle yurtdışındaki tüm faaliyetlerinden tasarruf etme gerekliliğiyle, gerektiğinde onları terk etmeye kadar varacak kadar dönüşecektir. Emperyalizmin sonu bir seçim değil, bir varoluşsal sorun, hayatta kalma refleksidir.

Çin Halk Cumhuriyeti

Zhao Ziyang’ın darbe girişiminden ve Tienanmen ayaklanmasından sonra, Deng Xiaoping, « Güneye yolculuk »unu başlatır. Çin’in çokuluslu şirketlerle sözleşmeler imzalayarak ekonomik açıdan liberalleşme sürecini sürdüreceğini açıklar.

Jiang Zemin bu yoldaki çabaları sürdürür. Kıyı, devasa bir ekonomik kalkınmaya neden olan bir « dünya atölyesine » dönüştürülür. Kademeli olarak Komünist Partiyi bünyesindeki şeflerden arındırır ve yüksek ücretli istihdamın ülke içlerine yayılmasına özen gösterir. Hu Jintao, « Uyumlu bir toplum » yaratma kaygısıyla, iç bölgelerde yaşayan ve hala ekonomik kalkınmadan payını almamış olan köylülerin ödediği vergileri kaldırır. Ancak bölgesel güçlere hakim olamaz ve bir yolsuzluk vakası içerisine saplanır.

Xi Jinping, « İpek Yolları » adında, uluslararası ticaret rotalarından oluşan devasa bir proje inşa ederek yeni pazarlar açmayı önerir. Bununla birlikte, bu proje çok geç kalmıştır, çünkü Çin, antik dönemin aksine artık orijinal ürünleri değil ama ulusötesi şirketlerin sattığı en ucuz malları sunmaktadır. Bu proje, fakir ülkeler tarafından bir nimet olarak kabul edilirken, onu sabote etmeye hazırlanan zenginleri korkutur. Xi Jinping, King İmparatorluğu’nun çöküşü ve sekiz yabancı ordu tarafından işgali sırasında ülkesinin Çin Denizi’nde terk ettiği tüm adalarda yeniden konuşlanır. Batılıların yıkıcı gücünün farkında olarak, Rusya ile ittifak yapar ve herhangi bir uluslararası siyasi girişime katılmaktan kaçınır.

Önümüzdeki dönemde Çin, on dokuzuncu yüzyılda sömürge imparatorluklarının kendisine reva gördüklerini aklından çıkarmayarak uluslararası oluşumlardaki konumunu belirlemelidir. Ancak askeri müdahaleden kaçınmalı ve sadece ekonomik bir güç olarak kalmalıdır.

Rusya Federasyonu

SSCB’nin çöküşü sırasında Ruslar, Batı modeline bağlı kalarak kendilerini kurtarabileceklerine inandılar. Gerçekte, CİA tarafından eğitilen Boris Yeltsin ekibi, kolektif malların birkaç kişi tarafından yağmalanmasını örgütledi. İki yıl içinde, bunların arasından yüzde 97’si Yahudi azınlığa mensup yüze yakın kişi el uzatabildikleri her şeyi ele geçirip milyarder oldu. Bu yeni oligarklar, Moskova’nın ortasındaki makineli tüfekler ve bombalamalarla aralarında acımasızca savaşırken, Devlet Başkanı Yeltsin parlamentoyu bombalattı. Gerçek bir hükümet olmadan Rusya bir enkazdan başka bir şey değildi. CİA tarafından silahlandırılan savaş ağaları ve cihatçılar Çeçenistan’ın ayrılması sürecini örgütledi. Yaşam düzeyi ve yaşam beklentisi çöktü.

1999’da FSB Başkanı Vladimir Putin, Başkan Yeltsin’i yolsuzluk soruşturmasından kurtardı. Bunun karşılığında Bakanlar Kurulu Başkanı olarak atandı; bu mevkii devlet başkanını istifaya zorlamak ve kendini onun yerine seçtirmek için kullandı. Devlete yönelik geniş kapsamlı bir restorasyon siyaseti uyguladı: Çeçenistan’daki iç savaşa son verdi ve devlete boyun eğmeyi reddeden bütün oligarkları sistematik olarak öldürdü. Düzenin geri dönüşü, Rusların Batı hayalinin de sonu oldu. Yaşam düzeyi ve yaşam beklentisi yeniden toparlandı.

Hukukun devletini yeniden tesis eden Vladimir Putin, üst üste iki kez görev süresi sonunda aday olmadı. ABD tarafından övgüye boğulan sönük bir hukuk profesörü olan Dimitri Medvedev’i ardılı olarak destekledi. Ancak iktidarı zayıf ellerde bırakmak istemediği için, 2012’de devlet başkanı olarak tekrar seçilinceye kadar kendisinin başbakan olarak atanmasını sağladı. Yanılarak Rusya’nın tekrar çökeceğini düşünen Gürcistan Güney Osetya’ya saldırdı, ama anında karşısında Başbakan Putin’i buldu. Putin, bunun üzerine Kızıl Ordu’nun acınası bir durumda olduğunu tespit etti, ancak sürpriz etkisiyle galip gelmeyi başardı. Yeniden devlet başkanı olarak seçilince milli savunmayı reform etmeye öncelik verdi. Gözü açık ve kimi zaman sarhoş olan yüzbinlerce subayı emekliye sevk etti ve tuvan (Türkçe konuşan Sibiryalı) General Sergey Şoygu’yu Savunma Bakanlığı’na atadı.

Geleneksel bir Rus yönetim tarzını yeniden uygulayan Vladimir Putin, sivil bütçeyi askeri bütçenin bir bölümünden ayırdı. Birincisi Duma tarafından oylanırken, ikincisi gizlidir. Askeri alanda araştırmayı geri getirirken, ABD artık bu alana yatırım yapmak zorunda kalmayacağını hayal ediyordu. Suriye’ye yardım etmek için yeni Kızıl Ordu’yu konuşlandırmadan önce birçok yeni silahı test etti. Yeni silahlarını savaş içerisinde denedi ve hangilerinin üretileceğine ve hangilerinin terk edileceğine karar verdi. Birbirleri ardından savaşa daha da hazırlıklı olmaları için askerlerinin üç ayda bir dönüşümünü düzenledi. 1991’de artık bir hiç olan Rusya Federasyonu, on sekiz yıl içinde dünyanın önde gelen askeri gücü haline geldi.

Eşzamanlı olarak, Nikita Kruşçev tarafından yönetsel olarak Ukrayna’ya bağlanan bir Rus toprağı olan Kırım’ı ele geçirmek için, Ukrayna’daki Nazi darbesini fırsat bildi. Bunun üzerinde Avrupa Birliği’nin tarımsal ürün yaptırımına maruz kalınca, bunu kendi kendine yeterli bir yerli üretim yaratmakta kullandı.

Çin ile bir ittifak kurdu ve Rus topraklarının bir « Genişletilmiş Avrasya Ortaklığı » kurmak için iletişim ihtiyaçlarını buna dahil ederek bu ülkeyi ipek yolları projesini değiştirmeye zorladı.

Önümüzdeki yıllarda Rusya, uluslararası ilişkileri iki temelde yeniden düzenlemeye çalışacaktır:
 siyasi ve dini iktidarları birbirinden ayırmak;
 uluslararası hukuku Çar II. Nikola’nın ortaya koyduğu temeller üzerinde yeniden kurmak.

Batı Avrupalılar

Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve Kuzey İrlanda

Birleşik Krallık, SSCB’nin yıkılması sırasında, Maastricht Antlaşması’na çekinceleriyle birlikte dahil oldu. Muhafazakar Başbakan John Major, para birimini dışarıda tutarak, inşa halindeki uluslarüstü devletten faydalanmayı amaçladı. Bu nedenle, George Soros Sterlin’e saldırıp onu Avrupa Para Sistemi yani EMS’den (« parasal yılan ») çıkmaya zorlaması karşısında mutluluğunu gizlemez. Halefi İşçi Partili Tony Blair, İngiltere Merkez Bankası’na tam bağımsızlığını yeniden kazandırır ve NAFTA’ya katılmak üzere AB’den ayrılmayı planlar. Uluslararası hukuka saygıyı insan haklarına göndermede bulunmaya ikame ederek ülkesinin çıkarlarının savunmasını değiştirir. Avrupa Birliği’nin genişlemesini, Kosova’ya karşı « insani yardım amaçlı savaşı »ve ardından Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in devrilmesini teşvik ederek ve haklı göstererek, ABD’nin Bill Clinton ve Oğul George Bush Jr.’ın politikalarını destekler. 2006’da « Arap Baharı » planını geliştirir ve ABD’nin onayına sunar.

Gordon Brown bu politikayı sürdürmekte tereddüt eder ve yeniden bir manevra alanı yaratmaya çalışır ancak tüm enerjisini aşmayı başardığı 2008’deki mali krize harcar. David Cameron, Blair-Bush’un başta Libya’ya karşı savaş olmak üzere, « Arap Baharı » planını Barack Obama ile birlikte hayata geçirirse de, uzun vadede Müslüman Kardeşler’i genişletilmiş Ortadoğu’da iktidara getirmeyi ancak kısmen başarır. Sonuç olarak, NAFTA’ya katılma planının artık gündemde olmadığı bir dönemde, seçmenlerin Brexit yönünde tercih kullanmasının ardından istifa eder.

Theresa May, Maastricht’ten önceki ortak pazardan çıkışı değil ama uluslarüstü devletin Maastricht Antlaşması’ndan çıkışı açısından Brexit’i uygulamaya çalışır. Başarısız olur ve yerine Winston Churchill biyografisini yazan Boris Johnson geçer. Johnson Avrupa Birliği’nden tamamen ayrılmaya ve krallığın geleneksel dış politikasını yeniden harekete geçirmeye karar verir: Avrupa kıtasında kendisiyle rekabet eden tüm devletlerle mücadele.

Boris Johnson iktidarda kalmayı başarırsa, Birleşik Krallığın önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu’nu birbirine karşı kışkırtması beklenmelidir.

Fransa Cumhuriyeti

François Mitterrand, SSCB’nin dağılması sürecini hiç anlayamadı, hatta öyle ki generallerin Rus mevkidaşı Mihail Gorbaçov’a karşı düzenlediği darbeyi dahi destekleyebildi. Ne olursa olsun, Napolyon’un girişiminin devamlılığında, ABD ve Çin’le rekabet edecek kadar büyük bir Avrupa uluslarüstü devleti kurma fırsatı buldu. Aynı şekilde, Şansölye Helmut Kohl ile birlikte, iki Almanya’nın birleşmesini ve Maastricht Antlaşması’nı teşvik etti. ABD liderliğine yeni bir meydan okumanın ortaya çıkmasını önlemek için « Wolfowitz Doktrini »ni temel alan Başkan Baba Bush, bu Avrupa Birleşik Devletleri projesinden endişelenerek, AB’nin NATO tarafından himaye korunması ve eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri içerecek şekilde genişlemesi konusunda onu ikna etti. François Mitterrand, CİA’nin Fransa’da kendisine kabul ettirdiği ve Mİ6’nın Cezayir Fransa’sının ayağını kaydırmak için kullandığı Müslüman Kardeşler’i yenmek birlikte yaşama ilkesinden ve De Gaulle’cü İçişleri Bakanı Charles Pasqua’dan yararlanır. Jacques Chirac, simülasyonlara geçmeden ve Nükleer Denemelerin Kapsamlı Yasaklanması Anlaşması’nı (CTBT) imzalamadan önce, Pasifik’teki nükleer havacılık testlerini tamamlayarak Fransa’nın caydırıcılığını geliştirir. Aynı zamanda zorunlu askerlik hizmeti uygulamasına son vererek ve İttifakın Askeri Planlama Komitesine katılarak ordularını NATO’nun ihtiyaçlarına göre uyarlar. NATO’nun Yugoslavya’ya (Kosova Savaşı) karşı girişimini destekler, ancak Dehşetengiz Hile’yi okuyup inceledikten sonra, Irak’a saldırıya muhalefetin dünya çapında liderliğini üstlenir [1]. Bu serüven, Şansölye Schröder ile bağ kurmasına ve Fransa-Alman ikilisi çevresinde her zaman bir bağımsızlık aracı olarak gördüğü Avrupa uluslarüstü devletini ilerletmesine izin verir. İş ortağı Refik Hariri’ye karşı düzenlenen suikast sonrasında dengesizleşerek, ABD’nin cinayetin azmettiricisi olarak tayin ettiği Suriye’nin aleyhine tavır alır.

Tamamen farklı bir siyaseti savunan Nicolas Sarkozy, Fransız ordusunu NATO’nun Bütünleşik Komutanlığı aracılığıyla ABD komutası altına yerleştirir. Akdeniz için Birlik’i örgütleyerek, Fransa’nın etkinlik alanını genişletmeye çalıştı, ancak bu proje işe yaramadı. Fildişi Sahili’nde Laurent Bagbo’yu devirerek kendini kanıtladı ve Tunus ve Mısır’daki Arap Baharları karşısında etkisiz kalmasına rağmen, NATO’nun Libya ve Suriye’ye karşı yürüttüğü operasyonlarda başı çeker. Bununla birlikte, gerçekçi davranarak, Suriye’nin direnişinin farkına varır ve harekat sahnesinden geri çekilir. Kendi seçmenleri aynı metni « Avrupa Anayasası » adı altında reddetmiş olmasına rağmen, Lizbon Antlaşması’nı Parlamentosuna onaylatarak Avrupa Birleşik Devletleri’nin inşası sürecini sürdürür. Aslında, 27 Üye Devletle daha verimli hale gelmesi beklenen kurumların değiştirilmesi, artık üye devletlere iradesini dayatabilecek duruma gelen ulusötesi devleti derinden dönüştürmektedir.

Hazırlanmadan iktidara gelen François Hollande, ideolojisini aynen kabul etmek zorunda kalacak şekilde, katı bir şekilde Nicolas Sarkozy’nin izinden gider. Yunanistan’a yaptırım uygulamak için Avrupa Mali Anlaşması da dahil olmak üzere, her seferinde U dönüşünden dolayı kendisini affettirmek için, kendi bakış açısını ele alan, ama bağlayıcı hiçbir değeri olmayan bir açıklama ekleyerek, selefinin müzakere ettiği tüm anlaşmaları imzalar. Böylece, De Gaulle’cü ulusal bağımsızlık doktrinine nihai olarak son vererek, Fransız topraklarında NATO üslerinin kurulmasına izin verir. Ya da yine aynı şekilde, Beyaz Saray’ın emri üzerine hiçbir şey yapmadan önce, bir sözlü açık arttırmaya girişerek, Suriye’ye karşı saldırganlık politikasını sürdürür. Fransız Kara Kuvvetleri’ni Sahel’de görevlendirerek AfriCom’un karadaki temel yedek gücü haline getirir. Son olarak, Paris iklim anlaşması üzerinden CO2 emisyon hakları borsasını meşrulaştırır.

ABD yatırım fonu KKR sayesinde seçimleri kazanan Emmanuel Macron, her şeyden önce Bill Clinton, Oğul George Bush ve Barack Obama’ya göre bir küreselleşme savunucusudur. Bununla birlikte, kısa süre içerisinde François Mitterrand ve Jacques Chirac’ın, Fransa’ya yalnızca bir uluslarüstü Avrupa devletinin önemli bir uluslararası rol oynamaya devam etmesine izin vereceği görüşünü benimsemiştir, ancak Sarkozy-Holland versiyonuyla: Birlik zorlama yapma imkanı vermektedir. Bu iki çizgi, başta Rusya karşısında olmak üzere onu bazen çelişkilere sürükler. Bununla birlikte, Avrupa Birliği’ne Üye Devletlerinin milliyetçiliğinin kınanması, bir kısa Brexit ya da yine İran’la ticarete yeniden başlanması konusunda birleşirler.

Fransa, önümüzdeki yıllarda, Avrupa Birliği’nin inşası üzerindeki etkileriyle ilgili kararlarını gözden geçirmelidir. Bu yönde çaba harcayan tüm güçlerle müttefik olmaya öncelik verecektir.

Almanya Federal Cumhuriyeti

Şansölye Helmut Kohl, Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasını iki Almanya’nın birleşmesi fırsatı olarak görür. Avrupa Birliği’nin tek para birimi projesi olan Euro’ya verilen Alman desteği karşılığında Fransa’dan bu konuda yeşil ışık alır. Yine aynı şekilde bu konuyu, Rusya’ya Alman Demokrat Cumhuriyeti’nin NATO’ya alınmaması konusunda verilen söze karşın doğu Alman ordusunu NATO’ya dahil etmenin bir yolu olarak gören ABD’nin de onayını alır.

Almanya’nın yeniden birleşmesi sağlandıktan sonra Şansölye Gerhard Schröder, hala İkinci Dünya Savaşı sırasındaki yenilgisinin etkisi altında olan ülkesinin uluslararası rolü sorusunu gündeme getirir. Eğer Almanya artık dört büyük gücün askeri işgali altında olmasa da, büyük ABD garnizonlarına ve EuCom ve yakında da AfriCom merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Gerhard Schöder, 1945’ten bu yana ilk kez, ülke dışında Alman birliklerini meşru olarak konuşlandırabilmek için, Kosova’ya karşı yürütülen « insani amaçlı » savaşı kullanır. Ancak NATO tarafından fethedilen bu bölgeyi devlet olarak tanımayı reddeder. Benzer şekilde, Saddam Hüseyin’in 11 Eylül saldırılarıyla bağlantısına ilişkin hiçbir kanıt bulunmadığının altını çizerek, Irak’taki ABD-İngiliz savaşına karşı Başkan Chirac’ın yanında güçlü bir şekilde yer alır. Avrupa inşaasını barışçıl yoldan etkilemeye çalışır. Aynı şekilde Rusya ile olan enerji bağlantılarını pekiştirir ve Almanya örneğinden hareketle bir federal Avrupa (uzun vadede Rusya’yı da içerecek şekilde) önerisinde bulunur, ancak uluslarüstü devlet projesine çok bağlı olan Fransa’nın muhalefetiyle kaşılaşır.

Şansölye Angela Merkel, kendisini bir gecede Demoratik Almanya Genç Komünistler Birliği sorumluluğundan Alman Federal Hükümeti hükümetine taşıyan Helmut Kohl’un siyasetine geri döner. Onu nasıl tanımlayacağını bilemeyen CİA tarafından yakından izlenen Merkel, Almanya’nın İsrail ve Brezilya ile bağlarını güçlendirir. 2013 yılında Hillary Clinton’un önerisi üzerine Volker Pethes’ten, ABD’nin birliklerini Uzakdoğu’ya aktarması durumunda, CentCom içerisinde merkezi rol oynamak üzere Alman Ordusu’nun geliştirilmesi olasılığını incelemesini ister. O dönem Alman subaylarının Orta ve Doğu Avrupa’daki orduları nasıl eğitebilecekleri konusunun araştırılmasını ve Volker Perthes’ten Suriye’nin teslim olmasına yönelik bir plan yazmasını ister. Atlantikçi ve Avrupa yapılarına çok bağlı olan Merkel, Rusya’ya karşı mesafeli kalır ve Ukrayna’da Nazilerin darbesini destekler. Verimlilik kaygısıyla, Avrupa Birliği’nin küçük üye devletlere iradesini dayatabilmesini talep eder (Lizbon Antlaşması). Yunanistan’daki ınali kriz sırasında çok katı davranır ve Avrupa Komisyonu Başkanlığına Ursula von der Leyen’in seçilmesine kadar sabırla Avrupa bürokrasisine piyonlarını yerleştirir. ABD Kuzey Suriye’den geri çekilmesine, derhal NATO’ya Alman ordusunun 2013’teki plana uygun olarak onun yerine sahaya gönderilmesini teklif ederek tepki verir.

Almanya, önümüzdeki yıllarda özellikle Orta doğu’da NATO kapsamında askeri müdahalede bulunma olanaklarına odaklanmalı ve merkezi bir Avrupa uluslarüstü devleti planına karşı dikkatli olmalıdır.

Uygulanabilirlik

Bugün « çok taraflılık » ve « tecritçilik » veya « evrenselcilik » ve « milliyetçilik » hakkında konuşulduğunu duymak çok gariptir. Bu sorular, Lahey Konferansı’ndan (1899) beri teknolojinin ilerlemesinin bütün ulusları bir araya getirdiğini herkesin bildiği ölçüde anlamsızlaşıyor. Bu mantık, yeni güç ilişkilerini kabul etme ve olabildiğince daha az adaletsiz bir dünya düzenini mümkün görme konusundaki yetersizliğimizi yeterince gizleyememektedir.

Sadece üç Büyük Güç, politikalarını uygulama araçlarına sahip olduklarını umabilir. Amaçlarına ancak uluslararası hukuka dayanan Rus çizgisini izleyerek ulaşabilirler. Bununla birlikte, ABD’de iç politik istikrarsızlık tehlikesi her zamankinden daha yaygın bir karşı karşıya gelme tehlikesini daim kılmaktadır. İngilizler, AB’den ayrılarak kendilerini Amerika Birleşik Devletleri’ne katılmak (ki Donald Trump bunu reddediyor) ya da siyasi olarak ortadan kaybolmak tercihinde bulunma zorunluluğunda bıraktılar. Hız kaybeden Almanya ve Fransa’nın Avrupa Birliği’ni inşa etmekten başka çaresi yoktur. Oysa şu an için müsait zamanı çok farklı şekilde değerlendirmekte ve bunu Avrupa Birliği’ni bizzat parçalamalarına kadar götürebilecek iki uyumsuz yolla ele almaktadırlar.

Çeviri
Osman Soysal

[111 Eylül 2001 Dehşetengiz Hile, Thierry Meyssan, Med Cezir (2002).