Prensip olarak Almanya ve Fransa, Avrupa Parlamentosu seçimlerinden önce, Komisyon Başkanının Alman Manfred Weber olmasına karar vermişlerdi. Weber, Nord Stream 2 doğalgaz boru hattının yapımı çalışmalarını durdurma ve Birliğin, üretimi ve nakliyesi çok daha pahallı olan ABD gazı lehine Rus hidrokarbürlerinin alımını kısıtlama sözü vermişti.

Avrupalı seçmenleri uyutmak için, Komisyon Başkanının « demokratik kurala » göre seçileceği yönünde yoğun bir propaganda yürütülmüştü: seçilmiş en büyük parlamenter grubunun liste başı seçilecekti. Dolayısıyla, muhafazakarların (PPE) lideri olarak bunun Wanfred Weber olması konusunda herhangi bir şüphe yoktu. Tabi ki, demokrasi bir parlamenter grup değil ama çoğunluk tarafından desteklenen birinin belirlenmesini gerektirdiği için, bu kural hiçbir zaman demokratik olmamıştır. Bununla birlikte Birliğin bir aldatmacadan ibaret olduğunun farkında olan basın ve adayların tamamı bu saçmalığı yinelediler.

Oysa Fransa son dakikada verdiği sözden geri döndü. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, parlamento grubunun (Renew Europe adını alan ADLE) dört üst düzey yetkili mevkisinden en gözde olan birini talep etme konusunda açık bir atılım gerçekleştirdiğini gerekçe gösterdi. Bu nedenle, onu « ektoplazma » olarak niteleyen partisinin liste başı Nathalie Loiseau tarafından hakarete uğramasını sağladı ve atanmasını veto etti. Sonuç olarak, Fransız Christine Lagarde’ın Avrupa Merkez Bankası’nın başına geçmesi konusunda mutabık kalındıktan sonra, bizzat yeni bir Alman aday olan Ursula von der Leyen’i önerdi.

Böylelikle bu iki kadın en önemli iki göreve yerleşirken, Belçikalı Charles Michel Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyine –aynı zamanda Euro bölgesine de– Başkanlık edecek ve İspanyol Josep Borell Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi olacaktır. Bu iki makam tamamen biçimseldir. Konsey Başkanlığı sadece konuşmacılara söz vermek ve Birliği yurtdışında temsil etmekten ibarettir. Yüksek temsilci ise herkesin Brüksel değil ama Washington tarafından belirlendiğini gayet iyi bildiği bir politikanın sözcüsüdür.

Bu görevlendirmeler, Avrupa Konseyi tarafından değil ama Alman Şansölyesi ve Fransız Cumhurbaşkanı tarafından gizlice görüşülerek belirlenmiş, ardından da Konsey tarafından onaylanmıştır.

Bu dört üst düzey yetkili nasıl belirlendi? Bunların iki kritere uymaları gerekmektedir.
 Atlantikçi olmaları;
 Atlantikçi inançlarını yitirmeleri durumunda, kendilerini suçlama imkanı verecek bir açığa sahip olmaları.

Atlantikçi olmak

Maastricht ve ondan sonraki anlaşmalar Birliğin savunmasının, bir Rusya karşıtı askeri ittifak olan NATO tarafından sağlanmasını öngördüğü için, Atlantikçi olmak tüm Avrupalı yetkililer için bir gerçekliktir.

Örneğin Ursula von der Leyen uygun bir zamanlamayla bu yılın başında, « dünya düzenini savunan » NATO’ya övgüler düzmek için New York Times’ta bir serbest makale yayınlamıştır [1].

ABD Kongresinde parlamenter asistanı olarak kariyerine başladığı ve Fransız eşdeğerine karşı ABD silah endüstrisinin lobicisi olduğu için Christine Lagarde’ın Atlantikçiliğinin kanıtlanmasına ihtiyaç yoktur. Polonya’yı Airbus ve Dassault yerine Boeing ve Lockheed-Martin silahlarını satın almaya ikna eden odur [2].

Charles Michel NATO’ya ev sahipliği yapan ülkenin Başbakanıdır ve Uluslararası İşbirliği, İnsani Yardım ve Krizlere Müdahaleden sorumlu Avrupa Komiseri babası Louis Michel tarafından önerilmiştir. Gal On (Necef Çölü) kibbutzundan Josep Borrell, Avrupa’nın Atlantik İttifakına kulluğu prensibini şiddetle savunduğu Avrupa Parlamentosunun Başkanı olmuştur.

Dört imtiyaz sahibi aday tabi ki Bilderberg Grubunun toplantılarına davet edilmiştir. Ancak Josep Borrell, Başbakanı tarafından toplantıya katılımı yasaklandığı için, geçtiğimiz ay düzenlenen toplantıya katılamamıştır.

« Ayağı bağlı olmak »

ABD, her ne kadar kendisine hizmet edenlere güvense de, gerektiğinde kendilerine çeki düzen vermeleri için daima bir baskı aracına sahip olmayı tercih etmektedir. Gerçekten de, üst düzey yetkililer çoğu zaman kendilerine ödenen astronomik maaşla yetinmemekte ve yurttaşlarına hizmet etmeyi kafalarına koymaktadırlar.

Savunma Bakanlığının Ursula von der Leyen tarafından yönetildiği dönemle ilgili bir yasal soruşturma yürütülmekteydi. Alman Ordusunun sahip olduğu donanımın yetersiz olduğu aşikar iken, birçok işte keşif tutarlarının büyük oranda aşılması sonucunda hesap denetim uzmanları kurulunca bir araştırma gerçekleştirilmiş ve sunulan açıklamalar tatmin edici bulunmuştu. Ancak hesap denetim uzmanları kurulunun gerçekleştirdiği incelemenin bu büyük aristokratın oğlu tarafından yapıldığı ortaya çıkınca savcılık harekete geçti. Ne var ki « hukuk devleti » Almanya’da Şansölye, hükümet üyeleri hakkında açılan adli soruşturmaları sonlandırma yetkisine sahiptir.

Christine Lagarde, Fransız Cumhuriyeti Adalet Divanı tarafından « ihmal » suçundan mahkum olmuş, ancak cezadan muaf tutulmuştur. Bir kamu bankası ile eski bir bakan arasındaki mali ihtilafı mahkeme yerine tahkim mahkemesine taşımaya karar vermişti. Ancak, tahkim mahkemesi devleti hatalı, eski bakanı ise haklı bulmuştu ki, bu asla böyle olmamalıydı.

Charles Michel ve Josep Borrell’in hangi karanlık işlere bulaştıklarını bilmiyorum, ama olduğundan eminim: birincisi bir azınlık hükümetini yönetmeyi kabul ederken, ikincisi kariyerinin doruğundayken kendini siyasetten on yıl boyunca uzak tutmadı mı?

Bu dört üst düzey yetkiliden her birinin maaşı, Fransız Cumhurbaşkanının maaşının iki misli olacaktır. Özel yeteneklerinin ücretlendirilmesi değil, ama bu yeteneklerini efendilerinin hizmetine sunmalarından emin olunması söz konusudur. Bu, ihanetlerinin bedelidir.

Çeviri
Osman Soysal

[1The World Still Needs NATO”, Ursula von der Leyen, New York Times, January 18, 2019.

[2« Avec Christine Lagarde, l’industrie US entre au gouvernement français », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 22 juin 2005. Bu makaleyi okuyan Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, attığı her adımı Başbakana danışmak zorunda kalacak şekilde, yeni bakanının imza yetkisini askıya almıştır.