Winston Leonard Spencer Churchill

Anglosaksonlar, eski Varşova Paktı devletlerini Avrupa Birliği ve NATO’ya dahil ederek Orta ve Doğu Avrupa’daki nüfuzlarını genişletirken, II. Dünya Savaşı’nın tarihi bir revizyonuna girişmektedirler. Londra ve Washington’un amacı, Nazizme karşı zaferin münhasırlığını kendilerine mal etmek, kendilerini demokrasinin mükemmel örnekleri olarak sunmak ve Komünizm ile Nazizmi aynı utanç potası içinde eşitlemektir. Stalinizmin suçları, Hitlerizmin suçları ile aynı seviyeye getirilirken, sömürgeleştirmenin suçları tamamen silinmektedir. Müttefiklerin zaferinin 60. yıldönümünde bu saldırıya yanıt veren Rusya, kendi payına resmi tarihi gözden geçirmektedir. Bugün iddia ettiklerinin aksine, Anglosaksonların II. Dünya Savaşı’na faşizmi yenmek için değil, ama Nazilerin egemenliğine kendilerinkini ikame etmek için girdiklerini ve Mihver devletlerinin SSCB’den kurtulmalarını sağlayacağı umuduyla kasten savaşın sürmesine izin verdiklerini ortaya koymaktadır. Atlantik medyasının ihmal ettiği Rusların bakış açısını anlamak için, RİA-Novosti ajansından Viktor Litovkin’in Profesör Valentin Falin ile gerçekleştirdiği bir mülakatı yayınlıyoruz.

Viktor Litovkin: Modern tarih yazımında, İkinci Dünya Savaşı’nın son aşaması farklı bir şekilde anlatılmaktadır. Bazı uzmanlar, savaşın çok daha erken bitirebileceğini iddia ediyorlar ki bu, diğer verilerin yanı sıra Mareşal Şoykov’un anılarını okuduğumuzda da anlaşılıyor. Bazıları savaşın en az bir yıl fazla sürmüş olabileceğine inanıyor. Gerçeğe kim daha yakın? Bu varsayım neye dayanmaktadır? Bu konudaki görüşünüz nedir?

Valentin Falin: Doğru, bu tema günümüz tarih yazımında tartışılıyor. Ancak 1942’den itibaren, savaş sırasında da çatışmanın süresi hakkında tahminler yapılıyordu. Daha doğrusu, Franklin Roosevelt ve Winston Churchill de dahil olmak üzere devlet adamlarının büyük çoğunluğunun Sovyetler Birliği’nin en fazla dört ila altı hafta dayanabileceğini tahmin ederken, politikacılar ve askerler 1941 gibi erken bir tarihte bu soruyu ele almışlardı. Yalnızca Edvard Benes, SSCB’nin Nazi işgaline direneceğini ve sonunda Almanya’yı ezeceğini savunuyordu.

Yanlış hatırlamıyorsam, Edvard Benes Çekoslovakya’nın sürgündeki cumhurbaşkanıydı. 1938 Münih Antlaşması’ndan ve ülkesinin işgalinden sonra Büyük Britanya’da mı bulunuyordu?

Valentin Falin: Evet. Sonra, bu tahminlerin ve izninizle bu hesapların hatalı olduğu ortaya çıktığında, Almanya Moskova karşısında II. Dünya Savaşı’ndaki ilk stratejik başarısızlığını yaşadığında, görüşler birden değişti. Batı’da bazıları Sovyetler Birliği’nin savaştan çok güçlü çıkmasından korkmaya başladı. Çünkü gerçekten de çok güçlü olursa, Avrupa’nın gelecek çehresini o belirlerdi. ABD istihbarat servislerinin eşgüdümünden sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Adolph Berle, böyle diyordu. Savaştan önce ve savaş sırasında İngiliz silahlı kuvvetlerinin ve tüm İngiliz siyasetinin eylemlerinin doktrinini geliştirmiş olan çok yetenekli kişiler de dahil olmak üzere Churchill’in çevresi de böyle düşünüyordu

Edouard Benes, Çekoslovakya’nın sürgündeki cumhurbaşkanı

Bu, Churchill’in 1942’de İkinci Cephe’yi açmak istememesi konusundaki inatçılığını büyük ölçüde açıklamaktadır. Ve tam da İngiliz yönetimi içerisinde yer alan Beaverbrook ve Cripps ve özellikle de Eisenhower ve ABD askeri planlarının diğer tasarımcıları 1942 yılından itibaren Almanlara ağır bir yenilgi yaşatmak için maddi ve diğer olasılıkların var olduğuna inanırlarken. Onlara göre, Alman silahlı kuvvetlerinin ana gövdesinin doğu cephesinde olmasından ve 2.000 kilometrelik Fransız, Hollanda, Belçika, Norveç ve hatta Alman kıyı şeridinin müttefik ordulara açık olmasından yararlanmak gerekiyordu. Bu tarihlerde Nazilerin Atlantik kıyısı boyunca hiçbir kalıcı savunma yapısı bulunmuyordu.

Dahası, ABD ordusu, Roosevelt’i (Eisenhower ABD başkanına bu konuda birkaç muhtıra göndermişti) ikinci cephenin açılmasının Avrupa’daki savaşı büyük ölçüde kısaltacağına ve Almanya’yı en geç 1943’te teslim olmaya zorlayacağına ikna etmeye çalışıyordu.

Bununla birlikte, bu tür hesaplamalar ABD’de bol miktarda bulunan muhafazakarlara ve Büyük Britanya’nın işine gelmiyordu.

Kimleri ima ediyorsunuz?

Valentin Falin: Örneğin, Cordel Hull yönetimindeki tüm Dışişleri Bakanlığı, SSCB’ye şiddetle düşmandı. Bu, Roosevelt’in Tahran konferansına giderken dışişleri bakanını neden yanına almak istemediğini ve « Üç Büyükler » buluşmasına ilişkin toplantı tutanaklarının Tahran’dan altı ay sonra kendisine verilmesini açıklamaktadır. Bu arada Reich’ın siyasi istihbarat servislerinin bu belgeleri üç veya dört hafta sonra Hitler’in masasına bıraktığını söyleyelim. Hayat çelişkilerle doludur.

Wehrmacht’ın yenilgisiyle sonuçlanan 1943’teki Kursk Savaşı’ndan sonra, ABD ve İngiltere Genelkurmay Başkanları ile Churchill ve Roosevelt, 20 Ağustos’ta Quebec’te bir araya geldi. Gündemde Birleşik Devletler ve İngiltere’nin Hitler karşıtı koalisyondan olası çıkışı ve Sovyetler Birliği ile birlikte savaşmak üzere Nazi generalleriyle ittifaka girmeleri konusu vardı.

Günümüze tarihin en büyük tank muharebelerinden biri olarak kalan savaşta, Kursk kenti (Rusya) önlerinde bir Alman « Kaplan» tankı.

Neden?

Valentin Falin: Çünkü Churchill’in ideolojisi ve Washington’da bu ideolojiyi savunanlara göre, « bu barbar Rusları doğuda, olabildiğince uzakta kontrol altına almak » gerekiyordu. Çünkü Sovyetler Birliği’nin direncini kıramıyorsanız, onu en azından araya giren Almanlar aracılığıyla zayıflatmalısınız. Görev bu şekilde belirlenmiş oldu.

Churchill bu planı hiçbir zaman aklından çıkarmıyordu. Bu fikri daha 1919 yılında General Kutiepov ile birlikte geliştirmişti. Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlar aksilikler yaşadılar ve Sovyet Rusya’nın kontrolünü ele geçirecek durumda değiller, bu görevi Japonlara ve Almanlara emanet etmeliyiz, diyordu. Churchill, 1930’da Londra’daki Alman Büyükelçiliği’nin başkatibi olan Bismarck ile aynı dili konuşmuştu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar gerçekten sağduyudan yoksundu, diyordu. Güçlerini Rusya’yı yenmek için yoğunlaştırmak yerine iki cephede savaş açtılar. Yalnızca Rusya ile ilgilenmiş olsalardı, İngiltere Fransa’yı etkisiz hale getirirdi.

Churchill’e göre sorun Rusya’nın İngiliz yayılmacılığını durdurmak için çabaladığı 1853-1856 Kırım Savaşı’nı sürdürmekten çok Bolşeviklere karşı mücadeleydi.

Kafkasya’da, Orta Asya’da, petrol zengini Ortadoğu’da...

Valentin Falin: Tabii ki. Bu nedenle, Nazi Almanya’sıyla savaşmanın farklı yolları hakkında konuştuğumuzda, ittifak felsefesi karşısındaki tavırların çeşitliliğini, İngiltere ve Birleşik Devletler’in Moskova’ya verdiği taahhütleri unutmamalıyız.

Bir için konudan uzaklaşalım. 1954 veya 1955’te Gent kentinde, « melekler birbirini öper mi? » temalı bir dini sempozyum düzenlendi. Birkaç gün süren tartışmalardan sonra şu sonuca varıldı: öpüşüyorlar ama tutkuyla değil. Hitler karşıtı koalisyon içinde müttefikler arasındaki ilişkiler, Yahuda’dan bir öpücük dememek için, bir şekilde meleklere özgü bir hevese benziyordu. Verilen sözler taahhüt içermiyordu ya da daha kötüsü, herhangi bir taahhüt söz konusu olduğunda bu Sovyet ortağını hataya sürüklemek içindi.

Bu taktiğin, Ağustos 1939’da, Nazi saldırganlığını önlemek için hala bir şeyler yapılabileceği bir dönemde, SSCB, İngiltere ve Fransa’nın temsilcilerini baltaladığını anımsatalım. Bu nedenle Sovyet liderleri, Almanya ile göstermelik bir saldırmazlık antlaşmasını imzalamak zorunda bırakılmıştı. Nazi savaş makinesinin başat hedefi olarak belirlenmiştik. Durumu Chamberlain’in kabinesinin ifadeleriyle dile getirmek isterim: « Londra, Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalırsa, belgedeki İngiliz imzası, İngilizlerin saldırıya uğrayanın yardımına koşacağı ve Almanya’ya savaş açacağı anlamına gelmemelidir. İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin olayları farklı yorumladığını söyleme hakkımızı saklı tutmalıyız ».

Eylül 1939’da Almanya, Büyük Britanya’nın müttefiki olan Polonya’ya saldırdığında, Londra’nın Berlin’e savaş ilan ettiğini biliyoruz, ancak çok da somut olmasa da Varşova’ya yardım etmek üzere en küçük bir adım dahi atmadan.

Valentin Falin: Bizim örneğimizde resmi bir savaş ilan edilmesi bir söz konusu değildi: « Tories »ler, Alman buharlı silindirinin Ural’lara yöneleceğine ve ardından Albin ihanetini mahkum edecek kimsenin kalmayacağına inanıyordu.

Bu zaman bağıntısı, bu olaylar bağıntısı savaş sırasında mevcuttu. Düşüncelerimizi besliyordu. Ve bunlar içerisinde, bizim için çok da iyimser olmayanların var olduğuna inanıyorum.

Ama kırk dört- kırk beş’li yılların dönüm noktasına geri dönelim. Savaş Mayıs ayından önce bitmiş olabilir miydi, olamaz mıydı?

Valentin Falin: Soruyu şu şekilde soralım: Müttefik çıkarması neden 1944 yılı için planlanmıştı? Kimsenin bu konu üzerinde durmaması ilginçtir. Oysa bu tarih hiç de rastgele olarak seçilmemişti. Batıda, Stalingrad’dan önce çok büyük miktarda asker, subay ve teçhizat kaybettiğimiz dikkate alındı. Kursk’taki kan gölünde de muazzam fedakarlıklar yapılmıştı... Sovyetlerin tank kayıpları, Alman kayıplarından çok daha fazlaydı.

Ülke kırk dört yılında, zaten on yedi yaşındaki çocukları silah altına alıyordu. Kırsal bölge nüfusu neredeyse yok edilmişti. 1926-1927 arasında doğan gençler, yalnızca yöneticilerin gitmelerine izin vermediği savaş fabrikalarında çalışarak ölmekten kurtuldu.

Durumu değerlendiren ABD ve İngiliz istihbarat servisleri, 1944 baharında Sovyetler Birliği’nin taarruz potansiyelinin tükeneceğini tahmin ediyordu. İnsan kaynaklarının tamamen kuruyacağını ve Sovyetler Birliği’nin Moskova, Stalingrad ve Kursk savaşlarında şamar indirdiği Wehrmacht’la başa çıkamayacağını düşünüyorlardı. Dolayısıyla, Müttefiklerin çıkartması sırasında, Nazilere karşı savaşta ABD ve İngiltere’ye yönelik stratejik inisiyatifi terk ettiğimiz ortaya çıktı.

Müttefik birliklerin kıtaya çıkarılması, Hitler’e karşı düzenlenen komplo ile aynı zamana denk geldi. Reich’ta iktidara gelen generallerin Batı Cephesini dağıtması ve Almanya’nın işgali ve Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya’nın « özgürleşmesi » için, Amerikalılar ve İngilizlerin önünde bir alan açacaklardı. Kızıl Ordu’nun 1939 yılı sınırlarında durdurulması gerekiyordu.

Amerikalıların ve İngilizlerin Budapeşte’yi ele geçirmek amacıyla Macaristan’da, Balaton Gölü bölgesinde bir çıkarma dahi yaptığını, ama Almanların onları yok ettiğini anımsıyorum…

Valentin Falin: Bir çıkartma değil daha ziyade Macar anti-faşist güçleriyle bağlantı kurmak üzere bir irtibat grubunun gönderilmesi söz konusuydu. Ancak başarısız olan sadece bu değildi. Saldırıdan sonra Hitler hala hayattaydı ve ciddi şekilde yaralanan ve Batı’nın büyük ölçüde güvendiği Rommel devre dışı kalmıştı. Diğer generaller cesaret gösterememişlerdi. Olanlar oldu. Amerikalılar Almanya’ya güle oynaya girmediler. Ardennes Operasyonu sırasında olduğu gibi bazen şiddetli çatışmalara giriştiler. Ne olursa olsun görevlerini başarıyla tamamladılar. Hatta bazen de fazlasıyla alay geçerek.

Somut bir örnek verelim. ABD birlikleri Paris yakınlarına gelmişti. Şehirde bir ayaklanma patlak verdi. Amerikalılar, Fransa’nın başkentinden yaklaşık otuz kilometre uzakta durdular ve Almanların isyancıları tasfiye etmesini beklediler, çünkü bunların çoğu Komünistti. Çeşitli tahminlere göre, 3 ila 5.000 arasında kayıp verildi. Müttefikler ancak ayaklanma zafere ulaşınca Paris’e girdiler [1]. Aynı durum Fransa’nın güneyinde de yaşandı.

Ama tartışmamıza başladığımız yere geri dönelim.

Valentin Falin: Evet. 44 sonbaharında, Almanya’da Hitler yönetiminde ve ardından Jodl ve Keitel’in başkanlıkları altında çeşitli konferanslar düzenlenmişti. Alman liderler, Amerikalılara iyi bir darbe vurulursa, ABD ve İngiltere’nin 1942-1943’te Moskova’nın bilgisi haricinde yürütülen görüşmeleri yeniden başlatmaya daha meyilli olacağına inanıyorlardı.

Ardennes’de başlatılan harekat, Berlin tarafından savaşta zafer elde etmek için değil, Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki ittifakı baltalamayı amaçlayan bir operasyon olarak tasarlandı. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya’nın hala yeterince güçlü olduğunu ve Batılı güçlerin Sovyetler Birliği ile karşı karşıya gelmelerinde bir imkan sunduğunu anlamalıydı. Harekatın ayrıca müttefiklere, Almanya’ya yaklaşan « kızılları » durduracak güce ve iradeye sahip olmayacaklarını göstermesi gerekiyordu.

Hitler, zor durumdaki bir ülkeyle kimsenin masaya oturmayacağını vurgulamıştı. Bizimle ancak Wehrmacht gücünü gösterdiğinde konuşacaklardır.

Belirleyici avantaj, sürpriz unsuruydu. Müttefikler kışlık bölgelerine yerleşmişlerdi, Alsace ve Ardennes, dinlenmek için muhteşem yerlerdi ve savaş harekatlarına çok uygun görünmüyorlardı. Bu arada, Almanlar Rotterdam’a girmeye ve Amerikalıları Hollanda limanlarını kullanma olasılığından mahrum etmeye hazırlanıyorlardı. Bu da Batı harekatı için belirleyici öneme sahipti.

Ardennes Operasyonunun başlaması defalarca ertelendi. Almanya güçsüzdü. Kızıl Ordu’nun kırk dört kışında Macaristan’da, Balaton Gölü bölgesinde ve Budapeşte’nin önünde yoğun bir şekilde savaştığı bir zamanda başlatıldı. Söz konusu olan, Avusturya’da ve Macaristan’ın bir bölgesinde Almanlar tarafından kontrol edilen son petrol kaynaklarıydı.

Tarih Doktoru Valentin Falin, İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili gün yüzü görmemiş tarihi arşivleri inceleme ve çalışma imkanı buldu

Hitler’in ne pahasına olursa olsun Macaristan’ı savunmaya karar vermesinin nedenlerinden biri buydu. Bu amaçlar için, Ardennes Operasyonu’nun en sıcak anında ve Alsace Operasyonu başlamadan önce, Batı Ekseninden birliklerini çekmeye ve onları Sovyet-Macaristan cephesine aktarmaya başladı. Ardennes Operasyonunun ana unsuru 6ncı SS Zırhlı Ordusu, Ardennes’den geri çekildi ve Macaristan’a nakledildi...

Hajmasker bölgesine.

Valentin Falin: Temelde, birliklerin yeniden konumlandırılması Roosevelt ve Churchill’in Stalin’e panik içerisinde, diplomatik dilin tercümesiyle « çamura saplandık, bize yardım edin » anlamına gelen bir çağrıda bulunmasından önce başlamıştı.

Hitler’e gelince, o, müttefiklerimizin Sovyetler Birliği’ni sık sık darbelere maruz bırakması ve Moskova ile Kızıl Ordu’nun çöküşünü görmek umuduyla açıkça beklemesi söz konusu olabiliyorsa –ki söylediklerimi doğrulayacak kanıtlar var–, biz de aynı şekilde davranabiliriz diye düşündü. Kırk bir’de SSCB’nin başkentinin düşüşünü bekledikleri gibi, kırk iki’de sadece Türkiye ve Japonya’nın değil, politikalarını gözden geçirmeye karar vermeden önce aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri de Stalingrad’ın da düşüşünü beklemişti. Çünkü müttefikler, Alman saldırılarıyla ilgili istihbarat servisleri tarafından toplanan bilgileri, örneğin Don’dan Volga’ya ve daha sonra Kafkasya’ya vb. gibi bize iletmiyorlardı bile.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu bilgi bize efsanevi « Kızıl Orkestra» tarafından iletilmişti.

Valentin Falin: Amerikalılar, çok fazla bilgiye sahip oldukları halde bize bunun kırıntısını dahi aktarmıyorlardı. Özellikle Kursk çıkıntısındaki « Kale » Operasyonunun hazırlıklarıyla ilgili olarak...

Açıkçası, müttefiklerimizin nasıl savaşacaklarını ne kadar iyi bildiklerini, ne kadar savaşmak istediklerini ve ana planları olan Rankine planını gerçekleştirmeye ne kadar istekli olduklarını izlemeye odaklanmıştık. Çünkü esas plan Overlord değil, bizim girmemize imkan vermeyecek şekilde İngiliz-Amerikan denetiminin Almanya’nın tamamı üzerinde, Doğu Avrupa’nın tüm devletleri üzerinde kurulmasını sağlayan Rankine planıydı.

İkinci cephe kuvvetlerinin komutanı olarak atandığında, Eisenhower’a şu talimat verilmişti: Overlord’u hazırlayın, ancak Rankine’i asla gözden kaçırmayın. Rankine planının gerçekleştirilmesi için uygun koşullar ortaya çıkarsa, Overlord’u bırakın ve tüm güçleri Rankine planının gerçekleştirilmesi için kullanın. Varşova Ayaklanması bu plan çerçevesinde başlatıldı. Ve bunu daha pek çok şey takip etti.

Bu bakımdan kırk dört, kırk dördün sonu ve kırk beşin başı belirleyici anlardı. Savaş, Doğu ve Batı olmak üzere iki cephede değil, iki çizgide yürütülüyordu. Resmi olarak müttefikler bizim için önemli savaş harekatları yürütüyorlardı, küçümsenemeyecek miktardaki Alman kuvvetlerini hareketsiz hale getiriyorlardı, bu tartışılmazdı. Bununla birlikte, asıl amaçları, Churchill’in dediği gibi, Sovyetler Birliği’nin ilerleyişini olabildiğince durdurmak ve bazı ABD generallerinin daha renkli dilini kullanırsak « Cengiz Han’ın soyundan gelenleri durdurmak » idi.

Dahası, bu düşünce 19 Kasım’da Stalingrad’ta başlattığımız karşı saldırı öncesinde, 42 yılının Ekim ayında Churchill tarafından Sovyet karşıtı kaba terimlerle formüle edilmişti: « Bu barbarları olabildiğince Doğu’da durdurmalıyız ».

Müttefiklerimizden bahsettiğimizde, liderlerinin siyasi entrikalarından ve manevralarından haberdar olmadan bizim gibi savaşan Müttefik birliklerdeki asker ve subaylarının, hiçbir şekilde cesaretlerini görmezden gelmek istemem. Dürüstçe ve fedakarlık ruhuyla savaştılar. Bundan en çok faydayı biz sağlamamış olsak da Land Lease kapsamında verilen yardımın etkisini küçümsemek istemem. Sadece savaş süresince durumumuzun ne kadar karmaşık, çelişkili ve tehlikeli olduğunu söylemek isterim. Ve bazen şımartılıp, bazen her fırsatta darbe vurulurken, kimi zaman karar vermenin ne kadar zor olduğunu da.

Öyleyse savaş kırk beş yılının Mayıs ayından önce bitmiş olabilir miydi?

Valentin Falin: Bu soruyu dürüstçe cevaplamak gerekirse, evet diyorum. Ancak savaşın kırk üçte bitmemiş olması ülkemizin suçu değildir. Müttefiklerimiz görevlerini vicdanlı bir şekilde yerine getirmiş, Sovyetler Birliği’ne verdikleri taahhütleri turmuş olsalardı kırk bir, kırk iki ve kırk üç’ün başında. Ama bunu yapmadıkları için, savaş en azından iki yıl daha fazla sürdü.

Ancak sonuç olarak, İkinci Cephe’nin açılmasındaki erteleme olmasaydı, Sovyetlerin ve Müttefiklerin kayıpları, özellikle işgal altındaki Avrupa’da, 10 ila 12 milyon kişi daha az olurdu. Auschwitz var olmayacaktı, çünkü ancak kırk dörtte tam kapasite ile çalışmaya başladı...

(sürecek...)

Çeviri
Osman Soysal

İkinci Dünya Savaşı’nın farklı tarihi
Rus tarihçi Valentin Falin ile 3 bölümden oluşan mülakat

Tarih, gerçekliği ve efsaneleri daimi siyasi bahislerdir. Valentin Falin, Rus bakış açısıyla Batı kamuoyunun çoğunlukla bilmediği bir İkinci Dünya Savaşı okuması sunmaktadır:

 Birinci bölüm:
İkinci Dünya Savaşı 1943’te sona erebilirdi
 2nci bölüm:
Kızıl Ordu Berlin’i ele geçirmeseydi...
 3ncü bölüm :
Yalta Konferansı’nın sunduğu fırsat anlaşılmadı