Başkan Donald Trump Oval Ofise selefi Andrew Jackson’un tablosunu astırdı.

Başkan Donald Trump birçok kez yönetim tarzının çoğu anlaşmazlığı çözme yeteneğine sahip olduğunu ve hatta görev dönemi (ya da dönemleri) süresince Filistinliler ve İsrailliler arasında barışı sağlamayı umduğunu açıklamıştır.

Uluslararası basına göre Donald Trump, ABD seçimleri kaygısıyla kendini geliştirdi. Dini konularla çok ilgilenmiyor gibi görünürken, Siyonist Hıristiyanlara yaklaşmış ve başkan yardımcısı Hıristiyan evanjelist Mike Pence ve onun bağışçılarından biri olan Yahudi gazinocu Sheldon Adelson’un etkisi altında kalmıştır.

Başkan Trump’ın ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma, Birleşmiş Milletler’in Ortadoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) finansmanını kesme ve ardından İsrail’in Golan Tepelerindeki egemenliğini tanıma kararları İsrail yanlısı tutumunu teyit ediyor şeklinde yorumlandı.

Bütün bunlar doğrudur, ama Donald Trump’ın Filistin anlaşmazlığına özel yaklaşım tarzını anlamamız için yeterli değildir ve ciddi yorum hatalarına yol açabilir. Düşüncesini iyi kavrayabilmek için, örnek aldığı Başkan Andrew Jackson’u incelememiz ve onu ABD’nin iç savaş öncesindeki özel durumunda yeniden konumlandırmamız gerekir.

İki İngiliz kolonisi: ABD ve İsrail

İsrail ve Rodezya gibi, ABD de Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılan bir Batı kolonisidir. Ancak çok farklı durumlar söz konusudur.

İsrail, XVIInci yüzyıldan beri Lord Cromwell tarafından dile getirilen, Yahudi diasporasının İmparatorluk tarafından araçsallaştırılmasına dayanan bir siyasi projeye karşılık gelmektedir. Silahlı kuvvetleri tarafından kendi kendine bağımsızlığının ilanı aracılığıyla gerçekleşmiş olsa da, yine de bu projeye karşılık gelmektedir. Aksine ABD ise, Britanya’nın aynı koruyucu Lord’unun Püritenci ve eşitlikçi projesinin meyvesidir. Her iki durumda da, bir Hıristiyan (Yahudi değil) tarikatına özgü dini ilkeler tarafından belirlenmiş yeni bir toplum modelinin yaratılması söz konusudur [1].

Amerika yerlilerinin sömürgeleştirilmesi, işgali ve imhası

Amerika’da, bağımsızlık öncesi Britanyalı göçmenlerin yarısından fazlası, Kral’a sundukları hizmet karşılığında kendi üretim araçlarını, bir toprak parçasını edinmeyi ümit eden yoksullardı. 4 ila 7 yıl boyunca indentured servant (geçici hizmetçi) statüsünü elde etmekte ve çok kötü muamelelere tabi tutulmaktaydılar. Geçici İngiliz hizmetçilerinin çalışmalarını tamamlamak üzere Kral, daimi Afrika kölelerinden yararlandı. Bağımsızlıktan sonra, gönüllü göç hız ve çeşitlilik kazarnırken –Almanlar, Fransızlar, Hollandalılar ve Yahudiler– indentured servant’lerin yerini artık daha da kötü muamele gören Afrikalı köleler aldı. Avrupalılar yavaş yavaş yerlilerin, Kızılderililerin topraklarına yerleşti. Alan o kadar genişti ki, birkaç yüz bin yabancının gelmesi büyük bir sorun teşkil etmiyordu. Ama gün geçtikçe daha da fazlası gelmeye devam ediyordu.

XIXncu yüzyılın başında, çok insancıl başkan Thomas Jefferson kıtanın güç yoluyla paylaşılmasını öngören bir plan tasarladı: Kızılderililere Mississipi’nin Batısı, Avrupalılara ise Doğusu öngörülmüştü. Kabileleri Louisiana eyaletine sürdükten sonra, sömürgecilerin kültürüyle bütünleşmeleri koşuluyla « medeni » olanların Doğu’ya gelmelerine izin verilmesini öğütlüyordu. Kendi kültürünün normlarına göre zamanla Kızılderililerle müzakere edilebileceğini düşünüyordu.

Aslında asıl sorun alan değildi. Özgür ya da köle olsun, göçmenlerin gelişiyle birlikte, bu geniş topraklar hala çok az nüfusa sahipti. Sorun, kültürel farklılıktı. Kızılderililer toprağa sahip olunabileceğini düşünmüyordu. Ancak bir kabile belirli bir alan üzerinde hakimiyete sahip olabilirdi. Toprak mülkiyetinin olmadığına inandıkları için, toprak ne satılabilir, ne de satın alınabilirdi. Karşılaştırmaya devam edersek, Filistin’de Suriyeliler [2], Osmanlılar tarafından zaten sömürgeleştirilmişler ve onları kabullenmişlerdi. Çoğu yerleşikleşmiş ve özel toprak mülkiyetini kabul etmişlerdi. Ama sömürgecileriyle fikir birliği içerisinde, Müslüman topraklarının gayrimüslimler tarafından yönetilemeyeceğini düşünüyorlardı.

General Andrew Jackson başkan olduğunda (1829-37), Doğu’da gittikçe kalabalıklaşan Avrupalıların demografik baskısı artınca, Jefferson’un politikasını yaygınlaştırmaya karar verdi. Ancak Kızılderili kabileleriyle yaptığı savaşlarda, daha da Batıda olan « rezerv »lere tehcirlerini sağlayan anlaşmalar ikame etmeye kalkıştı. Tabi ki bu ilke, sonraki göç dalgalarıyla ve büyük toprak sahipleri tarafından yeniden sorgulanır hale gelmiştir.

Bugün ise aksine Filistin’de, Arap nüfusu hızla artarken, Yahudi nüfusu yerinde saymaktadır –göçmenlerin sayısı, yurtdışına göç edenlerin sayısının altındadır–. Oysa hiç ihtiyaç olmamasına karşın İsrail toprakları genişlemeye devam etmektedir.

Andrew Jackson tarihe bir Kızılderili katliamcısı, « Gözyaşı Yolu » soykırımının planlayıcısı olarak geçmiştir [3]. Ama işin aslı böyle değildir. Jackson, sistematik imhayı reddetmiş –ondan sonra General Custer’in yürüteceği– ve aslında çözümü mümkün olmayan bir sorunu çözmeye çalışmıştır. Sömürgeciler, bugünkü İsrailliler gibi ailelerinin geldiği yerlere dönme hakkına sahip değillerdi. Sonuç olarak, ancak Jackson ile barış imzalayan Kızılderili kabileleri katliamlardan kurtulabildi. Gerçekten barışçıl olan tek sonuç iki toplumun birleşmesi olurdu, ama aradaki kültürel uçurum nedeniyle bunun gerçekleşmesi imkansızdı; bu durum, bugün artık Filistin’de var olmayan bir engeldir [4].

« Asrın Anlaşması »

Donald Trump, karşılıksız olarak Gazze ve Batı Şeria’yı ekonomik açıdan kalkındırmayı önerirken, Thomas Jefferson’un « medeni Kızılderililer » için öngördüğü siyaseti uygulamaktadır. Onları « piyasa » ile bütünleştirerek barışı sağlayacağına inanmaktadır. Bunu öylesine cömertçe yapmaktadır ki, söz konusu kalkınma ABD değil ama Arap monarşileri tarafından finanse edilecektir. Böylece, İsrail’in hayatta kalabilmek için Filistinlileri kaçmaya zorlayan Filistin ekonomisini sabote etme stratejisine –Sheldon Adelson tarafından desteklenen– karşı çıkmaktadır.

Donald Trump iki devletli çözümü desteklemeyi reddederken ve bu sorunu ilgili taraflar arasında yürütülecek müzakerelere havale ederken, Kızılderililerle anlaşma müzakereleri sırasındaki Andrew Jackson gibi hareket etmektedir. Böyle davranarak Oslo müzakerelerinden beri İsrail’in yürüttüğü politikaya karşı çıkmaktadır.

Filistin Yönetimi, BM kararlarını destekleyerek zaten bir uzlaşmayı kabul ettiğini düşünmektedir. Dolayısıyla da bunların uygulanmasını talep etmektedir. İsrail ise 70 yıldan beri bunlara boyun eğmeyi reddetmektedir. Donald Trump bu talebi görmezden geldiği için öncelikli olarak « Asrın Anlaşması »nı reddetmektedir.

Bu, kabul edilebilir ve meşru bir tutumdur. Dünyadaki tüm hükümetler, anlaşmazlığın uluslararası hukuk ihlal edilerek Anglosakson hukukunun esaslarına göre çözülmesi durumunda, bu barışın başka yerlerde savaşlara kapı açacağını bilmektedir.

Gerçekten de Anglosakson hukuku, dünyadaki tüm adalet biçimlerinden ayrılmaktadır. Ceza gerektiren suçlar konusunda karşı karşıya gelen iki tarafın, sorunu yerel hukuku görmezden gelen bir işlem sırasında çözebileceklerini öngörmektedir. Ulusal alanda, bu bir sınıf adaleti, uluslararası alanda ise güçlünün adaletidir.

Ne olursa olsun Filistin Yönetimi, Donald Trump’ı, İsrail’e karşı Oğul George Bush’tan daha yakın olmakla suçlarken yanılmaktadır. Hukuki varlığı Oslo Müzakerelerine dayandığı için, Filistin Yönetiminin bu konudaki tutumu anlaşılabilir. Kibrine rağmen Donald Trump’ın iyi niyetli hareket ettiğini, planının İsrailliler için mevcut durumdan daha kötü olduğunu ve uluslararası hukuka aykırı olmadığını, kısacası arabuluculuğunun bazı yönlerinin Filistin davası için yararlı olacağını düşünmek daha etkili olacaktır.

70 yıldır işgal altında yaşamadığım ve sömürgeci bir ulus tarafından eğitildiğim gerçeğiyle yaptığım analiz tahrif edilebilir, ama bugün Nakba [5] sırasında olduğu gibi İşbirlikçilik ya da Direniş arasında tercih yapmak zorunda olduğumuzu düşünmüyorum. Dolayısıyla kimseye tavsiyede bulunmak niyetinde değilim. Sadece geçmişteki hataları tekrarlamamak ve iyi niyete kapı açan birini aşağılamamak gerektiğini düşünüyorum.

Görünüşe göre Devlet Başkanı Mahmud Abbas tutumunu gözden geçirmeyi düşünmektedir. Bahreyn’deki « Asrın Anlaşması » çalıştayına katılarak ona göre Filistin davasına ihanet eden şirket yöneticisini serbest bırakmıştır. Ve Beyaz Saray’ın ateşini ölçmek üzere bir heyet gönderme hazırlığı içerisindedir.

Çeviri
Osman Soysal

[1Düşman Kim?”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Bir Gün (Türkiye) , Voltaire İletişim Ağı , 4 Ağustos 2014.

[2Hatırlatma: İngiliz sömürgeciliğinden önce Filistin bir bağımsız devlet değil ama Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Büyük Suriye’nin bir bölgesi konumundaydı.

[3« Gözyaşı yolu » üzerinde tehcirleri sırasında binlerce Cherokee Kızılderilisi açlık ve yorgunluktan yaşamlarını yitirmiştir.

[4Üç yüzyıl süren Osmanlı işgalı boyunca, Arap halkları okuldan mahrum bırakıldılar. Sadece zengin aileler çocuklarının eğitim almasını sağlayabiliyordu. Bu Arap uygarlığının çöküşüne yol açtı (zaten çökmekte olan). Bugün UNRWA yüksek düzeyde üniversite eğitimi vermektedir. Ajans, burada Filistinlileri topraklarını terk etmeye ve servetlerini yurtdışına çıkarmaya teşvik unsuru gören İsrail tarafından teşvik edildi.

[51948 yılında, David Ben Gurion Yahudi güvenlik güçleri adına tek taraflı olarak Yahudi devletinin bağımsızlığını ilan etti. Eş zamanlı olarak 700 ila 900 000 Filistinli evlerinden ve topraklarından kovuldu. Bu olay tarihe Nakba (felaket) olarak geçmiştir.